1 Temmuz 2009 Çarşamba

Hologram

Hologram



Rüyâlarımızda gördüklerimiz, hafızamızda kayıtlı olan tüm bilgiler ve hattâ izlediğimiz filmler aslında yaşanılan hayatların birebir yansımaları yani hologramları değil midir?Aslının “aynı” görüntüsünü veren,TÜM özellikleri aynen yansıtan, 3 boyutlu olmadığı halde var gözüken yani hayâl olan hologram, suda ya da aynadaki aksinizde ortaya çıkıverir... 3 boyutlu kendi yansımamızı seyrederken, kendinizi bir “bütün” olarak görmez misiniz?...
Şimdi, gelin hologram ile ilgili yapılan açıklamalardan bir tanesini okuyalım:“Hologram 2 boyutlu bir objedir ancak doğru yansıtma durumunda tam bir 3 boyutlu imaj yani görüntü üretir. 3 boyutlu objeyi tanımlamadaki tüm bilgiler, 2 boyutlu hologramın hakikâtinde, özünde kodludur yani bulunmaktadır. Keza, yeni fizik teorilerine göre de Tüm evren bir çeşit hologram olabilir.”(Scientific American, Kasım 05, 2005)Yukarıdaki hologram tanımı bize neyi anlatmakta?
Eğer 3 boyutlu hologram objenin tüm bilgileri iki boyutlu hologramda mevcutsa, iki boyutlu hologramın bilgileri TEK’de (burada boyut kelimesi otomatikman düşmektedir) yani 0 (sıfır) noktasında yani NOKTA’da mevcuttur. Yani bize göre hangi boyuttan bakarsak bakalım Tüm bilgiler holografik olarak TEK NOKTA'da toplanmıştır. Bir TEK yansıtıcı, projektör olması NOKTA’sından bakarsak, O’ndan yansımalar bizdeki kodlanmış(encoded) bilgiye “göre” çözüme ulaşacak ve bizim kısıtlı algılama araçlarımız (5 duyu) yüzünden çoklu holografik görüntüler,imajlar olarak beynimizde yerlerini alacaktır.Buradaki holografik görüntünün tek ilginç gelen yanı tabii ki 3 boyutlu olmasından kaynaklanmıyor. Herhangi bir imajı holografik bir film gibi kaydedip sonra da bu filmi parçalara ayırdığımızda (kaç parçaya ayırırsak ayıralım), o imaj aslının tüm özellikleri ile görüntü vermeye devam edecektir. Bundan da anlayabileceğimiz gibi, holografik bir film parçası BÜTÜN üzerinde kaydedilmiş tüm özelliklere sahip gözükmektedir.Bu şekilde günümüz teknolojisinde “hologram” pek çok alanda yerini almıştır. Hologram, datanın depolanması için en uygun tekniktir. İki kesişen lazer diski, milyonlarca bilgiyi bir diskte depolayabilir. Bu iki keşişen ışın holografik datayı kaydeder ve daha sonra da kullanır. http://www.sciencedaily.com/videos/2006-08-10/Holografik olarak datanın kaydedilmesi, başta film endüstrisi olmak üzere pek çok alanda gerçekleşmektedir; Meselâ, binlerce film çok küçük bir hologram diskine kaydedilmek suretiyle tek bir disk üzerinden seyredilebilmektedir. Bilgisayar dünyasında ise, holografik kayıt teknikleri ile hologram disklere (hologram tabakalara) kaydedilen data, isletim sisteminin kapasitesi ölçüsünde mevcut datayı desifre edip okuyabilmektedir.Tıpkı bir bilgisayar gibi beynimizde TÜM bilgi-DATA- holografik olarak kayıtlı olmasına rağmen, işletim sistemimiz kapasitesi kadar yani bizden ortaya çıkan özellikler kadarıyla o bilgiyi okuyup, deşifre etmektedir. Bu deşifre olunan bilgiler de 3 boyutlu holografik imajlar olarak, mekânsızlığı mekân, zamansızlığı zaman, yerçekimsizliği yerçekimi halinde bir illüzyona dökmektedir.Eğer, hologramın TEK bir BÜTÜN’ün TÜM özelliklerinin her bir noktasında orijinalini yansıtması olduğunu aklımızdan çıkartmazsak, bence bu bizi başka bir noktaya yöneltebilir:
Kuantum fizikçilerinin sorguladığı evrenin hakikâti ve dolayısıyla bizim hakikâtimiz noktasına… Kuantum teorileri, objelerin belirli bir pozisyonu ve hızının olmadığı ve onun yerine olasılık dalgalarının olduğundan bahsetmektedirler. Yani kuantum noktasından bakıldığında herşey sabit bir akışı olan sanal parçalardan ibârettir ve bu sanal parçaların bir mekânı olmadığı için de algılayana göre her an var olup ve yok olmaktadır.Ancak, 5 duyu algılama araçları ile koşullanmış ve sınırlanmış olan bizler, tabii ki beynimizdeki eşsiz ve sınırsız kapasiteden bihaber, sınırlı bir alanı "Tüm" kabul edip, o çerçevede algıladığımız ve bize göre gerçek, hakikâtte sanal olanı deşifre etmeye çalışıyoruz ve bunu yaparken de TEK’in bizde yansımasının bizim dışımızda yani beynimizin dışında 3 boyutlu holografik imajlar şeklinde olduğunu düşünüyoruz!!!. Hakikâtte ise, tek DATA ve o DATA’nın kendisinden kendisine seyrettiği bir TEK FİLM vardır ve hattâ bu DATA gibi sayısız DATA’lar, sayısız filmlerle her bir karede her an kendini yansıtmasıdır.
Kaynak;http://ayliner.blogspot.com/

10 Hertz

GÜZEL SES 10 HERZ'DİR! (hertz)
Gediz Demir

Günümüz biliminin kadrini kıymetini bilmek, ancak ve ancak akıl + zekâ ile mümkün. Şöyle ki soğuk havalarda ısınabilmemiz için, yine bilimden yararlanırız. Örneğin, bir doğalgazın çalışma prensibinden tutun da kombinizdeki elektronik sistem, yine "bilim" ile gerçekleştirilmiştir.
Peki güzel hoş da duygularımızı nasıl ifade ederiz bilimle? Örneğin "güzel" sıfatını ele alalım ...
Bu sıfat Türkçe'ye göre değerlendirilirse,”varlığın biçimini anlatan bir kavramdır” deriz. Felsefeye göre değerlendirilirse, “güzellik herkesin subjektif (bireysel) fikrine göre değişen bir kavramdır” deriz. Tasavvufa göre değerlendirilirse, "Allah'ın ahlakı ile ahlaklanmak" veya "Allah'a yakin olmak" şekline yorumlanabilir ve böyle uzar gider.
Pekala Bilim ne der bu konuya? Nasıl bakar?
Bilimin fikri NESNEL ağırlıklı olur! Yani belli deneyler yapılır, bu deneyin sonucuna göre birkaç fikir ortaya atılır ; onların içinde daha güvenli olan fikir üzerinde yoğunlaşılır ve sonuç olarak ortak birkaç deney ile aynı sonuç alınıyorsa, bu bilimin fikri olur.
Bilimde güzel?
Uluslararası standart olarak bilinen 90-60-90 (cm cinsinden) beden ölçüsü,mankenlerin sahip olması gereken "mükemmel aralıktır".Son zamanlarda biraz değiştirdiler -en son ne oldu bilemiyorum- biz 90-60-90’ da kalalım. Şunu diyordum ki, bir jüri, bu aralığa en yakın mankenimizi “güzel” ilan eder, yine bilimsel bir çalışmadır! Bilim, güzelini böyle seçer.
Bilimde güzel ses?
Bu bölüm biraz hipotez-teori ağırlıklı olacak.Olayı bilime yakınlaştırmak için şunları söyleyebiliriz ; insan beyninin çalıştığı dalgalanma sayısının en mükemmel olduğu aralık "10 dalgalanma"(Alfa dalgalanması) olarak biliniyor.Öyleyse, herkes söyler şiirini,şarkısını,yazısını ...Seyircinin beyninde 10 dalgayı tutturan alır güzellik kavramını,onun sesi güzel olur.
Bilimde çirkin ses?
Yine hipotez ağırlıklı bilimsel olduğunu düşündğümüz bir fikir şöyle ;Beyni en verimsiz aralıkta çalıştıran(titreştiren) ses dalgalarına çirkin ses denir.
Allah katında çirkin ses?
“Allah (celle celâluhu) Kur’an-ı Mecid’inde, en çirkin ses eşeğin sesidir.(Eş cinsine karşı çıkardığı hormonal -şuursal olmayan- şehvet kökenli bir ses)
Bana göre çirkin ses?
Örneğin, mükemmel bir konsantreyle ders dinliyorsunuz veya beyniniz mükemmel bir senkorize ile çalışıyor ki,tam o an kapıyı bir eşeğin açtığını ve sizdeki o ilhamı gördüğü halde,bunu bozacak şekilde anırmaya başladığını düşünün.Yani eşeğe de “eşek git” denmez ki ;hani anlasa yapmaz eşeklik.Bu nedenle evinizin hayvanat bahçesine uzak olmasını öneriyorum.
Güzel sesle seslenmek 10 herz'dir!
Konumuzun can alıcı noktasına geldik.” Güzeli anladık da ‘güzel sesle seslenmek’ nerden çıktı?” diyebilir kimilerimiz.Güzel sesle seslenmek bilimsel olarak şöyle ifade edilebilir : Bu ses öyle bir ses olmalı ki, insanlar tarafından ortak olarak kabul edilebilmeli (bilimin en önemli özelliği), insanları rahatsız etmemeli, insan beyninin algısını en tepe (zirve) noktaya çıkarabilmeli ve en önemlisi, vardığı noktayı tahrip etmemeli; hatta aksine vardığı noktayı öyle bir titreştirmeli ki, bu titreşim beynine vardığında, orda cenneti oluşturabilmeli! Bunun adına siz ne derseniz ? Ben "güzel ses" derim.
Biz şunu biliyoruz ki ; beynimizde meydana gelen her oluş ;"bir şeylerin yaşanması" demek oluyor.Öyleyse beynimiz ses ile yakından ilişkili ! Bilimsel çalışmalara göre insan beyninde cereyan eden olaylar, sadece gördükleriyle sınırlı kalmayıp,"genetiğimiz + gördüklerimiz +düşündüklerimiz +duyduklarımız +hormonlarımız" şeklinde, beynin bütünsel verileri değerlendirmesi sonucu oluşturduğu bir sonuç! Hormonlarımızı bile tetikleyen en önemli faktörlerden birinin, SES olduğu düşünülürse güzel sesle seslenmenin hayati bir fonksiyonumuz veya bileşenimiz olduğu sonucuna varırız!
Sabahları uykudayken sese tahammül edememe hali, beynimizin sese olan tepkisinden başka ne olabilir ki? Uykudayken saniyede 3-4 salınım yapan bir beyni 10 salınım yaptıracak bir SES ile uyarmak güzel sesle seslenmek demektir.Örneğin, ani bir patlama sesi şoke bile edebilir insanı!
Güzel sesi ve sesin önemini sanırım biraz anlatabildim.Kısaca ; "beyni en mükemmel aralıkta çalıştıran SES en güzel sestir."Ses, hem dalga,hem de basınç şeklinde yayılabilmektedir. Son zamanlar, beynin içinde akan, milivolt mertebelerdeki akımın da sesi bulundu! Espri değil...Nöronlarımızdan her an akmakta olan elektriğin bile tıkırtı şeklinde ses çıkardığı keşfedildi...Demek ki sadece duyduklarımız değil, OKUDUĞUMUZ her şey aslında beyninizde eş zamanda SES çıkarmakta ve bu oluşan ses "gördüğünü zannettiğimiz kurgusal dünyamıza" eklenmektedir! Bu sesin "güzelliği" de yine beyni "ALFA MODUNDA" titreştirip titreştirmemesiyle ilgilidir.Konumuzu özetlersek,insanların beynini sürekli 10 herz frekansta uyarmak, onlara güzel sesle seslenmek anlamıyla özdeş olacaktır.Bunu nasıl yaparsınız bilinmez ;lakin içinde "sevgi kavramı" olursa, bu işi ucuz, pratik yoldan yapabileceginiz anlamına geliyor.Son zamanlar elektrikle yapanlar da var ;fakat elektrik + bir de bu 220 şebeke gerilimini mili voltlara indirmek için kullanılacak adaptör, düşünülürse hayli masraflı iş.İşin frekans ayarlarından da bahsetmedik.En kısa yöntem SEVGİ; ver bakalım 10 herzlik sevgiyi gör neler oluyor.

Sesin kullanıldığı alanlar.(340 metre / 1 saniyede)
Atletizm gibi alanlarda, koşuculara çıkışlardaki uyarı "patlama sesiyle" veriliyor. Maçlarda yine hakemlerin düdük kullanmasının sebebi de beynin sese daha hızlı tepki göstermesinden kaynaklanmaktadır.Tıpta böbrek taşları da yine yüksek frekansta ses dalgaları ile kırılmakta,bir yarasa yönünü bulmak için yüksek frekansta ses dalgaları yaymakta...Ayrıca "beynimizde akan elektrik de ses çıkarır demiştik."(denizlerde yüzerken kafamızdan çıkan ses örnek verilebilir mi acaba?) Bu gibi örnekler çoğaltılabilir ; fakat dinimiz İslam'ın da ses üzerinde durduğu birkaç örneği hatırlayalım ; "doğan çocuğun kulağına ezan okunması biraz şaşırtıcı ve bir o kadar enteresan" bir İslami uygulamadır?Amaç bebeği HAKKANİYET sıfatlarına yöneltmektir .Yıldırım oluşurken dinimizde (islam) DUA var mıdır bilemiyorum; fakat sanki aklımda, "ulvi düşünceleri an" şeklinde bir hatırlamam var.Şayet hatırladığım doğruysa bilimsel olarak, yıldırımdaki yüksek sesin,beyin dalgalarımızdaki "ani etkisini" düşünün? Ayrıca yıldırımın bir başka etkisi de, "ani elektrik" ile yüklenmemiz.Bu, "iki ani etki", beynimizle senkorize olarak çalışıyor mu (?) sorusu kafa karıştırıcı. Ayrıca, yıldırım olayında, beynimizi yakından ilgilendiren elektirik; atmosferde dolup taşıyor.Zaten sesin sebebi de, bu elektrik boşalımının, havada meydana getirdiği sıkışmadır!(gıcırdama da diyebilir miyiz buna acaba?)

Sesin vardığı yer.
Sesin vardığı yerde mutlaka bir değişim meydana gelir.Bu değişim sesin frekansına göre tahribatlara varacak seviyelere kadar ulaşabilir..Ses, bilimsel olarak girdiği yerlerde birtakım etkiler bırakır.Eğer bir maddenin titreşimiyle aynı frekansta dıştan etki ile aynı frekansta titreştirilirse tahribat meydana gelir!Olayın bir de sevgi yönü var,tabi ki bunun zıttı olan nefretin de etkisi mevcut ; Nefret de karşı taraf da nefret duyguları oluşturur;çünki ses kulaktan beyne elektriksel olarak iletilmektedir! Bu nedenle, ağzından çıkan söz karşı tarafın beyninde buna paralel manalar oluşturacaktır.Örneğin satırlarında yazılarını okurken heyecanlandığınız bir yazar, aslında yazmış olduğu yazı ile beyninizde birtakım düşünceler oluşturur, bu düşünceler de beyin tarafından sese çevrilir.Beyninize ulaşan ses manası anlamı yönünde beyninizi bir tekrar hareketine,"salınıma" zorlar.Eskiler buna ZİKİR derdi.Yani düşünmek aslında bir zikirdir.Demek ki ses vardığı noktada tahribat oluşturacağı gibi "zikir" de oluşturabilir.
Mükemmel bir hadisi örnek vermek gerekirse ;Hz. Enes (radıyallâhu anh) anlatıyor: "Resûlullah (aleyhissalâtu vesselâm) buyurdular ki: "Edebsizlik ve çirkin söz girdiği şeyi çirkinleştirir. İşte Allah Rasulu (S.A.V)'ın da dikkat çektiği gibi, söz karşı tarafta, kendini mana olarak açmakta ve girdiği noktayı,kendine paralel manalarla süslemektedir.Tıpkı bir virüs gibi.
Kuran'da ses ?
Kuranı kerim de en çok tartışılan bir konu da,kuranın Türkçe okunup okunmayacağı şeklindedir. Bilimsel olarak kısa ve öz şunları belirtmek gerekir ; Bir RAHMAN sesinin beynimizde oluşturacağı manayı, bunun Türkçe karşılığı bir kelime oluşturmayacaktır.Çünkü her kelimenin titreşiminden (frekansından) kaynaklanan, bir de "SESSEL" manası mevcuttur.
Sonuç?
Ordan buraya yetişir mi bilinmez (dağlar iletken, taşlar iletken, insan iletken) bana bir selam yolla,
dağlar ile gelmezse, kelamla yaz yolla ; belki satırlar iletkendir, duyarım seni...
Hoşçakalın...

Bilim ile Din Bulgularını Paylaşmak Zorunda Kalacak!

Bilim ile din bulgularını paylaşmak zorunda kalacak



Bilimde her kuramın coşkulu destekleyicileri var. Hiçbir kuram, evreni tümüyle çözemediği halde, neden tabu gibi kabul ediliyor ve onlarınkine karşı olan diğer modellerin bulguları görmezden geliniyor?
Bunlar aslında, bilim adamlarının psikolojisi ile alakalı. Benlik duygusunun yoğun olarak yaşandığı bir dünya bilim dünyası. Moda şeyler de oluyor bilimde.
Bilimin siyasetle de ilişkisi var. Belki David Bohm da politik nedenlerle görmezden gelindi.
Olabilir. Bohm’un anlattığı şeyler, ders kitaplarında daha fazla yer alabilirdi. Bilim felsefesinin çok ciddi şekilde gözden geçirilmesi lazım. Maalesef, şu anda tüm anlayışlarımız ve kavrayışlarımız Newton mekaniğine göre hâlâ. Ben bazen öğrencileri sarsmaya çalışırım. Bütün lise müfredatı boyunca yerçekimi öyle bir şekilde anlatılır ki, bu kanundur. İşte nedir, Dünya size bir çekim kuvveti uygular. Bu aslında yanlış. Böyle bir kuvvet yok. Einstein’ın genel görecelik kuramı bunu, tamamen, uzay zamanın bükülmesi ile açıklıyor.
Yani atılan taş düşmeyebilir mi?
Hayır, düşer. Ama Dünya buna çekim kuvveti uyguladığı için düşmez. Dünya, uzay–zamanı büker. Taş da bükülmüş uzay zamanda kendi doğal yolunda gittiği için düşüyormuş gibi görünür. Çekim kuvveti kavramı, bazı olayları anlamak için kullandığımız bir model. Lise, üniversite kitaplarında çok temel bildiğimiz fiziksel anlayışların bile ileride değişebileceklerini ima eden bir terminoloji lazım.
Metafizik olguların, eninde sonunda, fiziğin çalışma alanına gireceğine ve bütün yolların bitişeceğine inanıyor musunuz?
Hayır. Bilimin o kadar ciddiye alınmaması gerektiğini düşünüyorum. Bilim kesinlikle bir yol gösterici. Ama bilimin dışında, tasavvuf, din gibi öğeler de var.
İşte bunlar ister istemez bulgularını paylaşacaklar diyorum.
Kabul, yalnız bu kitapta okuyunca, sanki bilimin bütün bunları da yutacağı şeklinde bir izlenim doğuyor.
Evren bir hologramdan ibaretse, biz aslında bir frekanslar ülkesindeysek, mistikler zaten binlerce yıldan beri bunu söylediğine göre, artık birbirlerine kucak açmaları gerekiyor diye düşündüm kitabı okuyunca.
Gerekiyor evet. Teksas’ta doktoramı yaparken, Nobel ödüllü bir fizikçi, “Bilimsel ve Dini Düşüncenin Birbirine Yaklaşması” isimli bir seminer vermişti. Ben de buna inanıyorum aslında. Fakat bütün bilim adamlarını ikna edebilecek bilimsellik düzeyinde bir fizik–din yakınlaşması olmayacağını düşünüyorum.
Az daha unutuyordum. Ali Bey, nur topu gibi bir düalitemiz daha var! Tüm atom altı parçacıklar, bazen parçacık bazen dalga olarak görünüyorlar. Aynı şekilde, ışık, gama ışınları, radyo dalgaları, röntgen ışınları da, dalga biçiminden parçacık biçimlerine dönüp, tekrar eski hallerine dönebiliyorlar değil mi?
Dönme demeyelim de öyle davranıyorlar diyelim. Elektron bazen bizim dalga bildiğimiz şeyler gibi, bazen de parçacık bildiğimiz şeyler gibi davranır. Bir şeyin hem parçacık, hem dalga olması bir paradoks aslında.
Bu paradoks, bana “zıtların birliğini” ilham ediyor. Ya size?
Belki bu yalnızca bizim açımızdan bir paradoks. Biz algılarımıza dayanarak eşyayı dalga ve parçacık olarak ayırmaya eğilimliyiz. Fakat gerçekte bunlar belki aynı gerçekliğin yansımaları. Bu tip paradokslar bana algılarıma çok da fazla güvenmemem gerektiğini anlatıyor. Bunun yanında bilimsel anlayışımız geliştikçe, bu tip paradoksların çözülebileceğini de düşünmek mümkün.
Bohm, evrende oluşmuş tüm biçimlerin “görünen” ve “görünmeyen” düzenler arasında sayısız bir “gizlenme” ve “ortaya çıkmaların” sonuçları olduğunu, her şeyin birbirinin dikişsiz uzantısı olduğunu düşünüyor ya, bunun Lavoisier’in “Hiçbir şey yoktan var olmaz, var olunca da yok olamaz.” fikriyle yakınlığı var mı?
Lavoisier’nin söylediği biraz derin bir konu. Fakat fizik bize elle tutulur gerçeğin altında daha derin bir şeylerin olduğunu işaret ediyor. Diyelim klasik mekanikle açıklayamadınız bir konuyu, kuantum mekaniğine götürdünüz. Onunla da açıklayamadınız, kuantum alanlar teorisine gittiniz. O da açıklayamıyorsa, sicim teorisine gidersiniz. Sicim teorisini şu anda biçimlendirmeye çalışıyoruz. Böyle bir dizi gerçeklik var. Elektron önceden bir bilye gibi düşünülüyordu. Kuantum fiziği onun dalga özelliklerini de ortaya koydu. Fakat bugün elektronu, “Dirac alanının bir kuantasıdır.” diye tarif ediyoruz.
Buyrun!?
Evet aynen bu şekilde. Bu, “Dirac alanı” dediğimiz şey, ne elle tutulur, ne gözle görülür. Buna dilerseniz saklı düzenin bir parçası diyebilirsiniz.
O zaman doğru söylüyor Bohm. Elektron, kendini bir gösteriyor, bir göstermiyor, bir saklanıyor.
Bu manada katılıyorum.
Eğer Bohm haklıysa, ben ve masa, ben ve ağaç, ben ve sen, benle düşmanım aynı şeydir. Ama dünyayı klasik algılama modelinde oluşturulan sahte çıkarlarımızı tatmin için, düşmanlara ihtiyacımız var. Bu yüzden mi acaba, bilimin sonuçları artık, “Tek gerçek, sevgidir.” diyen mistiklerin, erenlerin, peygamberlerin dünyasına yaklaşsa bile, görmezden geliniyor?
Belki de. Fakat şu anda gördüğümüz evrenin kalıpları içinde düşünüyoruz. Ve belki de böyle düşünmemiz sağlığımız açısından daha iyi. İnsan düşünürse ki “Ben ve masa birim”, birazcık garip bir duruma girebilir. Ben o yüzden bunu, “Ben ve masa biriz” diye tanımlamamayı tercih ederim. Ama biraz daha derine inersek, masa da yaratılmış, ben de yaratılmışım. Yani o yönüyle Vahdet–i Vücud’a biraz yakın. Hallac–ı Mansur, “Enel Hak” deyince, günlük hayatta, saçma bir şey. Zaten Tanrı olmadığını biliyorsun. Ama artık öyle alemlere girmiş ki...
Saklı düzenlerin bir sırrına diyelim.
Evet ama, belki o saklı düzende masa bir nokta, ben de bir noktayım. Orada da belki farklı şeyleriz, bilemiyorum. Ama onlar artık birbiri içine öyle geçmiş ki, onu ayırt edemeyebiliriz.
Her taraftan düalite ile kuşatılmışız. “Enel Hak” da bir masal belki.
Böyle düşünmek çok doğru değil. Bütün bu düalitelerin yanında iyi anlayabildiğimiz şeyler de var. Herhangi bir düaliteye tabi olmayan gerçekler de var. Kendimizin var olduğunu bilmemiz gibi.
Tabii, “gözlemci” ile “gözlenenin” aynı olduğu gerçeği çok ürkütücü. Cansız şeylerin canlılığının bir parçası olduğunu hissetmeye insanın kalbi dayanmaz. O yüzden mi onları ayrı ayrı düşünme yanlısısınız?
Bilmiyorum. Benim bu ayrı düşünme felsefem de bir korunma içgüdüsü olabilir. Eğer maddeten bakarsanız, bunlar da atomdan yapılmış, sizin vücudunuz da. Belki bir basamak altta, bütün atomlar da bir olabilirler. Fakat “ben” dediğiniz şeyin fiziksel teorilerle, madde ile anlaşılamayacağını düşünüyorum. Yani, bu kitap o yönüyle maddeci de göründü bana.
Bense tam tersine, “Madde falan yok. Bizler sanalız, Casper gibi hayaletiz.” diye anladım.
Belki bakış açısı farklılığından ben öyle anlamadım.
Peki, eğer evren gerçekten holografikse, bireysel ve toplumsal sorunların çözümünde kullanılamaz mı? Yani, eğer bir organımızın, hatta onun da bir parçasının, vücudumuzun tamamını ilgilendirdiğini, hatta hologram film parçaları gibi küçük bir parçasının, bütünün bütün bilgilerini içerdiğini bilirsek, mesela fakirliği, uyuşturucu sorununu veya uluslararası bir meseleyi çözmeye uğraşırken, bundan yararlanamaz mıyız?
Bence insanlara, bu holografik modeli kullanarak yaklaşırsak işin ruhunu anlamayacakları için, duyarsız kalacaklardır. Fakat daha derinde Bohm’un dediği doğru olabilir. Yani, Afrika’da insanlar açlık çekerken, bu bizi, maddi ve manevi yönden etkileyebilir. İnsanlar arasında böyle bir bağ olabilir. Bence burada bilim biraz aciz.
“Komşusu açken tok yatan bizden değildir”in mantığı da belki bu. Tek başımıza huzur bulmamız mümkün değil yani.
Evet aynen öyle. Huzur bulduğunuzu zannediyorsunuz; ama bir şey oluyor bozuluyor.
Peki, eğer evren, birbirini kesen elektromanyetik dalgalardan oluştuysa uzayda hiç boşluk yok demektir. Bu bilgi size huzur mu veriyor, ürküntü mü?
Bana huzur veriyor. Mutlak bir varlığın olduğu yerde hiçliğin de göreceli olduğunu düşünüyorum. Şu odayı bakarsanız boş görürsünüz; ama aslında içinde hava vardır. Havadan daha şeffaf elektromanyetik dalgalar vardır. Aslında boş uzay–zamanın bile kendi içinde bir dinamiği vardır. Hiç olarak gördüğümüz şeyler hiç değillerdir.
Aynı şekilde, var zannettiğimiz şeyler de var değiller.
Doğru. Varlığı biraz hiçliğe göre tanımlıyoruz. Buradaki masa, odadaki havaya göre daha bir var. Havanın varlığı da elektromanyetik dalgalara göre daha hissedilir. Dediğim gibi, mutlak bir varlığın olması mutlak hiçliği tanımsız kılıyor.
Her şey ötekine göre varsa, zaten hepsini birden kuşatan şeye “mutlak” demiyor muyuz?
O varlık bizi kuşatıyor, ama ben yine de varım. Bir nokta olarak da olsa, ama bana bunu O vermiş gibi düşünüyorum. Bu birazcık tasavvufta “ene” bahsi gibi çok ince bir konu... Yani yok gibiyim, ama varım.
Tersinden de söyleyebilirsiniz cümleyi: Var gibiyim ama aslında yokum.
Evet ama mutlak varlığı, her şeyin bir bileşkesi ya da kapsayanı olarak görmek de bence doğru değil. Böyle söylersek, o varlığın bu evrenin dışında kalan kısmı yok gibi oluyor. Ama Tanrı, mesela trilyonlarca farklı evrenler yaratıp, içini trilyonlarca farklı canlıyla doldurabilir.
Tasavvuftan çok uzak değil gibisiniz.
Çok yakın da sayılmam. Her düşünen insanın varlık nedir, yokluk nedir gibi kafasını kurcalayan konular olabilir. Bence bunlara tasavvufta tutarlı cevaplar var. Fakat anlayamadığım noktalar da var.
Olsun! Düşünüyorsunuz ve varsınız ya, yeter!
Descartes’ın o sözü çok derinde bir söz. Bu çağda daha da anlamlı hale geldi. Çünkü dışınızda bir evren var mı, yok mu, onda her zaman şüpheye düşebilirsiniz. Ama kendinizle alakalı şüpheye düşmeye hiç hakkınız yok. Hatta kendiniz hakkında şüpheye düşmemeniz size, Tanrı hakkında da şüpheye düşmemenizi sağlar.
Çünkü nefsini bilen, Rabb’ini bilir.
Kendinizi biliyorsunuz; bir nokta gibisiniz, hiçbir şeye gücünüz yetmez. Ama, sizin varlığınız bir şeye dayanmak zorunda, bunu da biliyorsunuz. Düşünüyorum, öyleyse varım. Yani varlığımı buradan anlayabilirim. Ama dışınızdaki dünyanın varlığı için, bazı kabuller yapmak zorunda kalıyorsunuz. Gözlerime gelen ışınlar, benim dışımda olan fiziksel bir yerden geliyor gibi. Fakat dış dünyayla aramızda her zaman algılarımız var ve algılar insanı çok kolay yanıltabilir.

Varlığın birçok derecesi var
Özetle Ali Kaya diyor ki:
Dışımızda gözlemlenebilir bir evrenin var olduğunu duygularımızla anlayabiliyoruz. Fakat algılarımız evrenin gerçek mahiyeti hakkında bizi yanıltabilir. Etrafımızda gördüğümüz cisimler katı varlıklar. Uzayda kapladıkları belli hacimleri var, kütleleri var. Bazı cisimleri elimizle tutup, gözümüzle görebiliyoruz, bir kalem gibi. Bazılarını ise yalnızca hissedebiliyoruz, yüzümüze çarpan hava gibi. Gözümüzle gördüğümüz kalem odadaki havadan daha gerçek geliyor bize. Kalemin varlığını daha kolay kabul ediyoruz. Bu bize bir şey “var” ya da “yok” derken daha dikkatli olmamız gerektiğini gösteriyor.
Başka bir açıdan bakarsak varoluşun dereceleri var algılarımıza göre. Kalem havaya göre daha bir var bizim için. Hava da, uzayda gezinen elektromanyetik dalgalara göre varlığını daha kolay algılayabildiğimiz bir şey. Bizim bu algı sıralamamıza karşın, kalem de, hava da, elektromanyetik dalgalar da var olan nesneler.
Biraz daha derine inersek; var olduklarından bir şekilde emin olduğumuz; fakat algılanması elektromanyetik dalgalardan çok daha zor olan şeyler var. Bütün bunlar bize, etrafımızda çok katı bir madde yığını görsek bile, evrenin derinlerinde algılarımızı aşan başka bir gerçekliğe sahip olduğunu anlatmakta. Modern fiziğin gelişimiyle, bu belki de inkar edilmesi zor olan bir yorum artık.
Maddenin yapı taşları olan temel parçacıklar vardır, elektronlar gibi. Bu yapı taşlarını hep küçük bilyeler şeklinde hayal ederiz. Aslında bu da bizim algılama alışkanlığımızın bir sonucudur. Fakat kuantum fiziği bu parçacıkları küçük bilyeler gibi düşünmenin imkansız olduğunu ortaya koymuştur. Mesela elektronlar bazı durumlarda parçacık gibi, bazen de dalga gibi davranırlar. Bir elektrona bir bilyeye bakar gibi bakamazsınız. Elektronun varlığını daha dolaylı yollardan ortaya koyabilirsiniz. En şaşırtıcı olanı ise, elektronun hareketlerini anlayabilmenin en tutarlı yolunun onu “Dirac alanının bir kuantası” şeklinde tarif etmekten geçtiğini görmenizdir. Fakat “Dirac alanı” dediğimiz şey ne elle tutulur ne de gözle görülür. O uzayın her yerine sinmiştir, fakat kelimenin tam manasıyla bizim fiziksel dünyamıza ait değildir.
Elektronu “Dirac alanının” bir yansıması şeklinde düşünebiliriz. Bu bize holografiyi anımsatır. Fakat hologram gerçek bir cismin yansımasıyla oluşan bir görüntüdür. Elektron ise sanki bize göre fiziksel olmayan bir dünyadan yansıyor gibi. Esas gerçeklik hangisinde; “Dirac alanı” mı; yoksa elektron mu daha gerçek? Bu belki hiçbir zaman cevabını öğrenemeyeceğimiz bir soru.
Bunların yanında evrenin daha derinde holografik bir yapıya sahip olabileceğini destekleyen teorik yaklaşımlar da vardır. Bunların şu an için yalnız teoride var olduklarını, mesela bir elektronun “Dirac alanı” ile tanımlanmasının gereği gibi deneylerle desteklenmediğini belirtmem lazım. Elektronlar ve “Dirac alanı”ndan bahsederken, bütün bu olanların sahne olduğu uzay–zaman hep geri planda durmaktadır. Uzay–zamanı biz hep sabit, durağan ve değişmez olarak düşünürüz. Fakat boş uzay–zamanın bile kendi içinde bir dinamiği vardır, durağan değildir. Mesela nasıl elektromanyetik dalgalardan söz ediyorsak, uzay–zaman dalgalanmalarından da söz edebiliriz. Nasıl bir elektronun enerjisinden söz edebiliyorsak, uzay–zamanın enerjisinden de söz edebiliriz.
Bu dinamik uzay–zaman görüşüyle kuantum fikrini birleştirmek şu an teorik fiziğin en önemli problemidir. Bu problemi çözmek için geliştirilen önemli kuramlardan birisi de sicim teorisidir. Sicim teorisine göre, dinamik uzay–zamanı kuantum anlayışıyla birleştirdiğinizde, aslında üç boyutlu olan şeyleri, tam anlamıyla iki boyutlu yüzeyler üzerine kodlayabilirsiniz. Eğer bu fikir doğruysa, üç boyutlu algıladığımız evren aslında iki boyutlu holografik bir görüntü gibidir.

Nuriye Akman

Evren Gördüğümüz Şey Değil

Evren, gördüğümüz gibi değil, gerisinde farklı bir dünya var



İki hafta önce, sabah zihnimde “Hologram” diye bir kelime ile uyandım. Bütün gün, beynime kıymık batmış gibi dolaştıktan sonra, anlamını bilmediğim bu kelimenin mecburen peşine düştüm.
İyi ki internet var. Hologramın, lazer yardımı ile oluşturulmuş üç boyutlu bir görüntü olduğunu çabucak öğrendim. Sönmeyen merakım beni Michael Talbot’un yazdığı, Holografik Evren adlı bir kitaba götürdü. Kitabı üç günde bitirebildim. Okuduklarımın hiç değilse bir bölümünü bir fizikçi ile tartışma ihtiyacı hissettim. Kuantum fiziğini iyi bilen, metafiziğe “öcü” diye bakmayan; ama bilimsel soğukkanlılığını da daima koruyan, bilim dilini popüler dile aktarmada becerikli, her şeyden önemlisi bu kitabı okumuş ve lise dışında fizik eğitimi almayan bir gazetecinin soruları doğrultusunda yürüme alçakgönüllülüğünü gösterecek biri olmalıydı.
Belki on fizikçi ile telefonda konuştum, hiçbiri bu konuyu konuşmaya yanaşmadı. Sonunda, TÜBİTAK Başkanı Namık Kemal Pak’ı aradım. Bu röportajı aslında Türkiye’nin yetiştirdiği en parlak bilim adamlarından biri olan Pak’la gerçekleştirmek isterdim. Ama vakti yoktu. Kendisi de kuantum fizikçisi olduğu için, vereceği isimler benim için çok önemliydi. Ali Kaya, Pak’ın verdiği isimlerden biriydi.
Kaya, aradığım bütün niteliklere sahipti. Onu tanıdığıma, sizlerle tanıştırdığıma çok seviniyorum.
Ali Bey, teşekkür ederim ricamı kırmadınız, bu röportaj için kitabı okudunuz; ama okurlarımıza konuyu özetlemek amacıyla şöyle bir girizgah yapacağım: Londra Üniversitesi öğretim üyelerinden Fizik Profesörü David Bohm ve Stanford Üniversitesi’nden Nörofizyoloji Profesörü Karl Pribram 1950’li yıllarda, birbirlerinden bağımsız olarak, evreni yeni bir algılama modeli sunuyorlar bize. Dünyada gözümüzün gördüğü her şeyin, tüm fenomenlerin, uzay ve zaman ötesindeki bir gerçeklik düzeyinden yansıtılan hayaletimsi imgeler olabileceğini söylüyorlar. Bu, zihnin fiziksel gerçeklikle psişik yolla etkileşebildiği anlamına da geliyor. Talbot’un kitabında, bu iki bilim adamından etkilenerek özellikle kuantum fiziğinin olanaklarıyla araştırmalarını sürdüren pek çok bilim adamının, 80’li ve 90’lı yıllarda ulaştıkları sonuçlara da yer veriliyor. Şimdi, söz sizin.
Pribram’ın beyinle alakalı görüşlerini bilmiyordum. Ben de onun gibi, ruh ve beyin arasında bir ilişki olmadığı, her şeyin tamamen beynin içinde elektriksel olarak olup bittiği düşüncesine çok sıcak bakamıyorum. David Bohm’la ilgili kısımlar ise, uzun süreden beri bu işin içinde olduğumdan, kolay anladığımdan belki, çok etkilemedi. Ama beynin çalışma yapısının bir şekilde holografik olabileceği, elektrik dalgalarının, “girişim desenleri” oluşturması bana çok ilginç geldi.
Okurlarımıza açıklayalım. Pribram, anıların beyinde nasıl ve nerede depolandığı sorusuna cevap ararken bu noktaya geldi. Ona göre beyin hücreleri tek tek, mini hologramlar gibiler ve gelen uyaranları frekanslarına ayırarak algılıyorlar. Hücrelerin dalga boyları birbirleri ile kesişerek, “girişim” yapıyor. Yani birbirinin içinden geçen çapraz çizgili desenler meydana getiriyorlar. Oluşan holografik model, bizim beş duyumuzla algıladığımız görüntüydü. Yani fiziksel gerçeklik, bir hayalden ibaretti.
Beynin gerçeğinde hem bu girişimsel olayın hem de nöronların, elektriksel etkilerinin bir anlamı olabilir. Bilimsel gelişmede “Tamam, bu holografik modeli bulduk. Eskilerin hepsini çöpe atalım” gibi bir mantık yürütemezsiniz. İşte Newton, bir şeyler bulur, ondan sonra Einstein gelir, yeni şeyler üzerine koyar. Hiçbir zaman “Newton tamamen geçersizdir” demez. Newton’un yaptığı şeyler belli olayları anlatmak için geçerlidir. Böyle iç içe büyüyen halkalar şeklinde bir gelişme var bilimde. Bu beynin hologram olması meselesi de öyle. Pribram’ın teorisi, ne kadar kabul görüyor, hangi fenomenleri ne kadar açıklayabiliyor bilmiyorum.
Hiçbir teori, tek başına, evrenin bütününü, eksiksiz bir biçimde anlatmaya yetmez. En azından bunu biliyoruz.
Katılıyorum. Ama bu kitap, “holografik evren” diye bir kavramla her şeyin açıklanabileceğini söylüyor. Kitabın arkasında, Dr. Fred Alan Wolf’un bir sözü var: “Evrenin, hem madde hem de şuuru tek bir alan halinde içeren dev bir hologram olduğu kavramı; ‘Gerçeklik nedir?’ sorusunu soran herkesi heyecanlandıracaktır. Bu kitap bu soruyu bir daha sorulmamak üzere cevaplıyor.”
Bu Wolf’un yorumu. Kitabın yazarına haksızlık yapmayalım. Birçok yerde söylüyor ki: “Bu, hâlâ tartışmaya açıktır. Bütün bilim adamları buna katılmamaktadır.”
Diyelim, bütün bilim adamları bu kitapta söylenen görüşe katıldılar ve bağımsız olarak teorinin deneylerle uyumlu olduğu görüldü. Buna rağmen, bu yine son nokta değildir.
Gelelim, Bohm’a. O da evrenin, tek ve dev bir hologram olduğunu, yani gördüğümüzü zannettiğimiz şeyin aslında bir hayal olduğunu ve ayrı ayrı parçalar değil de, sadece bütünün olduğunu söylüyor.
Kuantum dersini almaya başladığınız zaman üniversitede, iki farklı görüşten bahsedilir. Biri Bohr Felsefesi’dir diğeri de Bohm’dur. Bohm’un yorumu aslında Newton felsefesine daha yakındır. Bohm’a göre gördüğümüz dünyanın arkasında başka bir fiziksel gerçeklik var. Fakat bu gerçeklik tam olarak klasik fizik kavramlarıyla anlaşılabilir. Bohr’a göre ise, fiziksel gerçeklik biraz da gözlem yapana bağlı bir durum. Mesela “Kimse elektrona bakmazsa, onun nerede olduğu fiziksel bir gerçeklik değildir.” Bohr’a göre.
Belki de bunlar aynı denklemlere getirilen farklı yorumlardır.
Tabii. Bir yorumu diğerinden şu an için üstün kılan bir ayırım yok. Kuantum teorisinde maddenin yapı taşları, gözlemlenemeyen dalgaların farklı frekansları şeklinde düşünülüyor. Bunda herkes hemfikir. Bunlar bilinen dalgalar gibi girişim desenleri de meydana getiriyorlar ve bu desenlerde farklı parçacıklar gibi ortaya çıkıyorlar. Einstein’ın uzay–zaman fikrini teorik düzeyde de olsa kuantum teorisiyle birleştirdiğinizde, aslında üç boyutlu mekanın iki boyut üzerine kodlanabileceği sonucuna ulaşmak da mümkün. Tabii bu fikir şu an yalnızca teoride geçerli. Deneylerle desteklenen bir durum değil. Bütün bunlar bize belki holografi fikrini çağrıştırıyor. Fakat başka isimler de koymak mümkün tabii. Bir de bütün bu yorumlarımızı teorilerimiz doğruymus gibi yapıyoruz. Yani ileride bilimsel anlayışımız geliştiğinde bu yorumlarımız da değişebilir.
Elektronların gözlemlendikleri zaman var, gözlemlenmedikleri zaman yok olduğuna herkes inanıyor mu?
Hayır. Dediğim gibi yoruma bağlı. Kuantum fiziğinde bir elektronun fiziksel durumunu inceliyorsunuz diyelim. Bunu yaparken fiziksel dünyada var olmayan fakat elektronun hareketlerini yönlendiren bir dalgadan bahsetmek zorundasınız. Elektronla ilgili öğrenmek istediğiniz şeyler, bu fiziksel olmayan dalgada saklı. Sanki elektronun kendisi teoride görünmüyor. Teorinize çok güveniyorsanız bunu “Elektron aslında yoktur.” diyerek yorumlayabilirsiniz. Ya da bu teorinin bir eksikliği var şeklinde de yorumlayabilirsiniz. Mesela Einstein kuantum teorisine karşıydı ve onun eksik bir kuram olduğunu düşünüyordu. Fakat bütün bu felsefi yorumları, kuantum fiziği doğruymuş gibi yapıyoruz.
Bu, “Bakarsan var, bakmazsan yok” fikri eğer doğruysa, bir şey hem var, hem yok demektir. Bu düaliteyi felsefi olarak nasıl yorumlarsınız?
Aslında bu insanı merkeze oturtan bir düşünce. Bence bunun doğru ifadesi, “Bakarsan var, bakmazsan ne olduğunu bilemezsin” olmalı. İşte felsefi olarak kuantum mekaniğini çok ileri götüren bazı insanlar, şu tip sorular sormuşlar: “Hiç kimse Ay’a bakmıyorsa, acaba Ay orada mıdır?” Yani bu birazcık, tasavvufta, Vahdet–i Vücutçuların fikrini anımsatıyor. Onlar da bütün varlığı bir olarak görüyorlardı. Bence iki grup da biraz iç dünyalarının coşkunluğu içinde yorum yapmışlar.
Bütün bunların bizi cevaplamaya zorladığı soru şu: Demek ki zihin fiziksel gerçeklikle psişik yolla etkilenebiliyor. Öyle değil mi?
Zihin bence de fiziksel dünya ile etkileşebilir. Belki buna ruh demek de mümkün. Bunun örneklerini görmek mümkün. Belki de insanlar zamanla bunu bir kabiliyet olarak da geliştirecekler. Fakat etrafımızda gördüğümüz her şeyi zihnin bir yansıması şeklinde görmek, ya da biz zihinsel olarak onları düşlediğimizde, mesela Ay’a baktığımızda, onların gerçeğe dönüştüğünü düşünmek bence doğru değil.
Oysa bana çok sevimli gelmişti bu düşünce. Peki, bir parçacık okyanus içinde yüzüyoruz ve parçalardan her biri, diğer sonsuz parçacığın ne yapacağını biliyormuş gibi davranıyor; değil mi?
Evet. Evren içinde her şey birbiriyle ilgili. Aslında bu kuantum teorisi için geçerli değil sadece. Mesela şu kitabı düşünün, Newton fiziğine göre evrendeki her parçacık bu kitaba çekim kuvveti uygular. Kitabın hareketinde bu kuvvetlerin hepsi bir rol oynar.
Klasik bilim, tüm sistemin durumunu, parçaları arasındaki ilişkinin sonucu olarak görmüyor muydu? Kuantum potansiyeli de bu görüşü tam tersine döndürüp, parçaların davranışlarının gerçekte bütün tarafından örgütlenmekte olduğuna işaret etmiyor muydu?
Bu da biraz yoruma bağlı. Klasik fizik de evreni bir bütün kabul edip parçacıkların hareketlerinin bu bütüne göre şekillendiğini söylüyor. Bununla birlikte kuantum teorisinde de birbirinden bağımsız hareket eden parçacıklar düşünmek mümkün. Şimdi bizim klasik mekanikte kafamızda geliştirdiğimiz fiziksel kavramlar var. İşte hız, konum, boyut. Kuantum mekaniği aslında bunları bayağı sarsmış. O yüzden, bence kuantum mekaniği sanki bize şu an, yani şu gördüğümüz evrenin gerisinde başka bir şey var izlenimini veriyor.
Her şeyin gördüğümüz kadar olmaması ne anlama geliyor?
Gerçekten gördüğümüzün dışında, yani çok farklı bir dünya işliyor arkada. Biz algılarımızla anlamaya, düşünmeye alışmışız. Algılayabildiğimiz şeylerin varlığını daha kolay kabul ediyoruz. Algılarımız üzerine kavramlar geliştirmişiz. Fakat modern fizik algılarımız üzerine inşa ettiğimiz bu evren anlayışının tamamen doğru olmadığını söylüyor.
Yani, bir rüyada mı yaşıyoruz?
Yani bir kere gördüğümüz evrenin böyle olmadığı kesin. Gördüğümüz evren fiziksel bir evren. Rüyada yaşıyor olsak bile, bu çok gerçek bir rüya.
Evren, bir rüya düzeninin bir yansıması olabilir mi? Tıpkı lazerle yaratılan birtakım görüntüler gibi, biz de birtakım ışınlardan gelen, girişim desenleri miyiz aslında?
Ben bu tip tanımlamalara biraz mesafeliyim. Bunun böyle olup olmadığını bilemeyiz.
Ama “Asla böyle bir şey olamaz.” da diyemiyoruz değil mi?
Evet, bu ispatın dışında, insanın kendi iç dünyası ile alakalı bir şey. Bazen benim kendime de öyle şeyler oluyor. Yani böyle durup, ben nerdeyim diyorum. Gerçeklik duygusunu sorguluyorsun. O zaman belki her şeyin holografik bir yansımadan ibaret olduğu izlenimine de kapılıyor olabilir insan. Fakat bu o hali açıklamanın tek yolu da olmayabilir. Dediğim gibi evren büyük bir hologram mı değil mi belki bunu hiçbir zaman anlayamayacağız.
Hologram, bir nesneyi orada olmadığı halde, oradaymış gibi gösteren bir illüzyon yarattığına göre, bu bir düşmanı yanıltmak için savaşta kullanılabilir mi? Hani, eski zaman hikayelerinde geçer, savaşlarda birtakım hayali yardım kuvvetleri gelir yardıma.
Bu biraz teknolojik gelişmeyle alakalı. Hologram teknik olarak, gayet iyi bilinir. İşte, lazerlere yansıtıyorsunuz, orada bir şekil görünüyor. Ve bu şekil görüntü olarak gerçeğe çok yakın. Uzaktan baktığınız zaman gerçeği ile ayırt edemezsiniz. Böyle silahlar yapılabilir. Eskiden, dediğiniz şekilde, böyle bir teknik çok daha yararlı olabilirdi. Mesela iki ordu karşılıklı savaşacaklar, siz sayıca azsınız. Elinizde hologram makinesi var. Sayınızı on kat artırıp şaşırtıyorsunuz düşmanınızı!
Şimdi de yapılabilir farklı şeyler...
Şimdiki savaşlar, Amerika’nın biraz havadan bombalaması şeklinde gelişiyor. Belki küçük operasyonlarda kullanılabilir. Teröristler gelmişler, içeriyi basmışlar, içeriye adam göndermeden önce, holograflarını gönderip adamları korkutmak, ya da bir yerlere ateş ettirip, kurşunlarını bitirmek şeklinde yapılabilir. Schwarzenegger’in eski bir filminde vardı böyle bir şey.
ALİ KAYA KİMDİR?
1972 Bursa doğumlu. 1993’te Boğaziçi Üniversitesi Fizik Bölümü’nden mezun oldu. 1995’te aynı üniversiteden master derecesini aldı. 2002 yılında Texas A&M Üniversitesi Fizik Bölümü’nden doktorasını aldı. Bu tarihten itibaren TÜBİTAK ve Boğaziçi Üniversitesi’ne bağlı Feza Gürsey Enstitüsü’nde uzman araştırmacı olarak çalışıyor. Çalışma alanları; “Sicim teorisi, Kuantum alanlar teorisi, Genel görecelik kuramı”. Evli ve 3,5 yaşında bir oğlu var. Çalışmaları nedeniyle 2002 yılında Türkiye Gazeteciler Vakfı, Sedat Simavi Ödülü’ne layık görüldü.

Maddenin Yeni Bir Hali Bulundu!

Maddenin yeni bir hali bulundu


Kanada’da bulunan McGill Üniversitesi fizik bölümü araştırmacıları, maddenin yeni bir halini keşfettiler.Bilim insanları, inanılmaz düşük soğukluktaki iki boyutlu elektron kütlesini manyetik kuvvete maruz bıraktıklarında, yarı üç boyutlu bir kütleye dönüştüğünü gözlemlediler.Madenin katı, sıvı ve gaz halinin dışında kalan tartışmalı plazma, bose-einstein yoğunlaştırması hallerine yeni bir hal daha eklendi. Üç-boyutlumsu elektron kristali(quasi-three-dimensional electron crystal) adı verilen yeni hal, bilgisayar işlemcilerinin hızlarının iki yılda bir ikiye katlandığını savunan Moore Kanunu devam ettirmeye olanak tanıyacak transistörlerin yapımını mümkün kılabilir. Haberin devamı Üç-boyutlumsu elektron kristali hali, bilim insanlarının galaksiler arası boşluğun ısısından 100 kat daha soğuk ortamda inceledikleri, gündelik hayatta kullanılan elektronik cihazların modern transistörlerinde kullanan bileşenlere benzer bir malzeme içinde bulundu.Bulunan yeni hali yeryüzünde bulunabilecek en yüksek manyetik alanlara maruz bırakan bilim insanları, malzemenin iki boyutlu elektron sisteminden yarı üç boyutlu bir sisteme geçtiğini gözlemlediler. Transistörlerin yapısını geliştirebilecek yeni keşfin, mikroçipler üzerinde daha yüksek yoğunluk kullanılmasına olanak tanıyabileceği ve Gordon Moore’un 1965 yılında yayımladığı bilgisayar işlemcilerinin her iki yılda bir iki kat daha yüksek hızlara ulaşacağına dair teoriyi uzun bir süre daha gündemde tutabileceği öngörülüyor.
Kaynak. nvmsnbc.com

Bilim Tanrıyı Buldu mu?

Bilim Tanrı’yı buldu mu?




Hawaii Üniversitesi’nden emekli fizik ve astronomi profesörü, Kolorado Üniversitesi’nde felsefe profesörü olan Victor J. Stenger, “Bilim Tanrı’yı Buldu mu?” adlı kitabında çoğu bilim adamının, teist hipotezlerini çürüttüğünü savunuyorMichio Kaku “Fizikçiler, Tanrı kelimesini telaffuz edip de kızarmayan, utanmayan yegane bilimcilerdir. Biz fizikçiler bütün soruların sorusuyla göğüs göğüse mücadele ederiz: Eğer evren bir patlama neticesinde harekete geçmişse bu patlama nereden geldi? Kuralları neydi? Bize uzay-zaman yapısını veren patlamanın denklemlerini kim yazdı?” diyor. Rölativite ve Kuantum Teorileri bilimin bugün bulunduğu noktada, tek başına işe yaramayan modası geçmiş teoriler... Bu iki teoriyi birleştirerek yeni bir teori üretiyorlar; “String-Titreşen tel, ya da Sicim Teorisi” On boyutlu bir hiper-uzayda tanımlanan “Sicim teorisi”ne göre, bu mikrominnacık sicimler titreştiğinde evrende bulunan atomaltıparçacıkları yani notaları üretiyor. Bu notaların oluşturduğu melodiler “madde”, bu melodilerin yarattığı senfonilere de “evren” deniliyor. Bu sicimlerin yarattığı armonilerin fizik yasaları olduğuna inanan araştırmacılar, sicimler hareket ettiğinde, etrafındaki uzay ve zamanı eğip, büktüklerini farkediyorlar. Dr. Kaku, “Eğer Einstein hiç doğmamış olsaydı bile, Sicim Teorisi’nin bir sonucu olarak Einstein’ın Genel Rölativite Teorisi’ni keşfedebilirdik, çünkü Sicim Teorisi, Genel Rölativite Teorisi’ni de bünyesinde barındırır. Ama Sicim Teorisi on boyutlu bir hiper-uzayda tanımlanmaktadır” derken bilimin en büyük idealini de açıklıyor; “Bütün dünyada, çeşitli ülkelerin genel fizikçileri Tanrı’nın zihnini okumamıza izin verebilecek olan Sicim Teorisi denen bu acayip teoriyi öğrenmek için can atıyorlar. Bu teoriye göre hiper-uzaya yayılan rezonanslar halindeki bu müzik belki de Tanrının zihnidir.” diyor. Evren teorisini test etmek isteyen araştırmacılar, laboratuvarda bir bebek evren yaratmayı deniyorlar. Kaku’ya göre inanç bu noktada devreye giriyor; “Güneş’in hidrojen gazından meydana geldiğini biliyoruz, çünkü elimizde dolaylı yoldan elde edilen kanıtlar var. Görünmez olmalarına karşın kara deliklerin fotoğrafının çekildiğine inanıyoruz, çünkü kara deliklerden yayınlanan radyasyonu görüyoruz. Belki de bir gün İsviçre’nin Genevre kentinde bulunan Büyük Hadron çarpıştırıcısını kullanarak bu teoriyi dolaylı yoldan test edeceğiz. Bu atom-parçalayıcı sistem atomları parçalarına ayırıyor ve bize S-parçacıkları denilen Süper Parçacıkları verebilir. Süper Parçacıklar, süper sicimlerin yüksek titreşim halleri” KARANLIK MADDENİN ÖZÜ NEGözlenebilir evrenin yüzde 90’ı galaksiler, sarmalayan karanlık maddeden oluşuyor. Hubble Uzay Teleskopu astrofizikçilere bu görünmez karanlık maddenin evren boyunca nerelerde kümelendiğini gösteren haritalar çizmelerine imkân veriyor. Peki, karanlık maddenin özünde ne var? Şu an geçerli teoriye göre “fotino” var. Yani sicimin yüksek oktavı, yani boşluk zannedilen aslında doluluk, yani karanlık zannedilen aydınlık. Etraf bizim zannettiğimizden daha farklı. Bilimsel söyleyişle, “karanlık cisim ışıyor” Evrenin yüzde 90’ı karanlık maddeden oluşuyor” diyen kozmoloji (evrenbilim) aslında sadece yüzde onunu bildiği (onun da ne kadarı doğru bilgi bilinmez) bir evrenin sırrını çömeye çalışıyor. Demek ki bilimsel araştırmalara göre şu anda evrenin yüzde doksanı ne olduğunu bilemediğimiz “Karanlık Madde”den oluşuyor. KARA DELİKLERİN YANKISIBütün bu bilgilere doğrudan ulaşamayan bir bilimden söz ediyoruz üstelik. Kimse Güneş’e gidip, hidrojenden oluşup oluşmadığını test etmiyor. Ancak gökbilimciler dünyaya ulaşan dolaylı yankı dedikleri güneş ışınlarını, ekoları inceleyerek Güneş’i analiz edebiliyorlar. Bilim adamları yaklaşık olarak ayda bir tane kara delik teşhis ediyor. Bu aslında görünmeyen kara delikleri Hubble Teleskopu yardımıyla da olsa nasıl görüyor bu araştırmacılar? Aslında duyuyorlar, çünkü kara deliklerin yankılarını, dönme diskini, kara delik civarındaki radyasyon desenini ve radyasyonu görüyorlar. İşte bu yankılara bakarak söyleyebiliyorlar; “Evet, orada bir kara delik var.” Yarın görülemediği için “karanlık” denilen maddenin, aslında “aydınlık” olduğunu söyleyecek bir araştırmacı çıkana kadar bilim yüzde doksan karanlık enerjinin etkisi altında alacakaranlıkla çalışmaya devam edecek. HADİ KUŞLARA BAKALIM“İnsanoğlu Tanrı’nın frekansına tekrar kendini uyumlandırabilir mi?” diye soruyor, Lazer Teknolojileri’nin öncülerinden ünlü fizikçi Mani Bhaumık. Ona göre, atom fiziğinin Kuantum alan teorisi parçacıkları ve atomu doğrular. Evrenin bir yerinde olan bir olayın, diğer olaylarla ilişkili olduğunu savunan Bhaumik, bilimin her şeyin Tanrı tarafından yaratıldığı sözüne yaklaştığına inanıyor. Aslında, Kuantum evren tanımı modern fiziğin bir keşfi değil, sadece anlayamadığı bir dünyayı formüle edip bir de oradan varlığı yorumlamaya çalışan insanoğlunun sondan bir önceki durağı o kadar. Yazıyı fizikçi Richard P.Feynman’ın, fizikle hiç ilgilenmemiş pazarlamacılıktan emekli olmuş babasından bir alıntıyla kapatalım; “Bir kuşun ismini dünyanın her lisanında bilebilirsiniz. Ancak (kuşun isimlerini öğrenmeyi) bitirdiğinizde, bu kuş hakkında zerre kadar bir şey bilmeyeceksiniz. Sadece dünyanın farklı yerlerindeki insanları ve bunların bu kuşa ne dediklerini bileceksiniz. Öyleyse, hadi kuşa bakalım ve ne yaptığını izleyelim-önemli olan da bu.” KAYNAKÇA1-Japon asıllı Amerikalı fütürist, fizikçi.2-Michio Kaku, Röportaj: Stephen Marshall / Guerrilla News Network3-Kod adı Tanrı, Bir Bilim Adamının Ruhsal Seyahatı Mani Bhaumık;, Mia y., 2005, s. 144- What Do You Care What Other People Think, R.P. Feynman, Norton, 1988, s.13-14 Nalan Yıldız
Kaynak; Akşam Gazetesi

Şakralar ve Enerji Alanları

ŞAKRALAR




Sanskritçe de ‘’şakra’’ kelimesi tekerlek anlamına gelmektedir.
.
İnsan bedeninde hızla dönen tekerleklere benzeyen enerji merkezleri vardır ve bunlar ŞAKRA olarak adlandırılmışlardır.
.
Yaşamımızdaki herşey gibi şakralarda ses, ışık ve renklerle ilşkilidir.
Şifa, şakraların uyum içinde çalışmasını ve dengeli bir hale gelmesini ve
daha sonra da yaradılışı ve sizin bu yaradılış içindeki amacınızı anlamayı sağlar.

Zamanın değişim ve mutasyon mekanizması içinde sürekli hareket halindedirler.
Kundalini (Yaşam Enerjisi)
Şakranın insan bedeninde bir enerji merkezi/düğüm noktası olduğu hemen hemen tüm spiritiüel öğretiler de vardır. Bu spiritüel öğretiler arasında değişik yoga metodları, Hinduism ve onunla ilişkili bazı doğu kültürlerini ve New Age akımının bazı bölümlerini sayabiliriz.
Bu kelime Sanskritçe de ki ‘’cakra’’ kelimesinden gelir. Anlamı da tekerlek veya daire olarak tercüme edilebilir. Bazen de ‘’yaşam tekerleği’’ denir.
Yedi temel şakranın omuriliğin alt ucundan başlayıp yukarıya doğru sıralandıkları söylenir. Her bir şakranın belirli bir rengi, özel fonksiyonları vardır, her biri şuurun bir yönünü yansıtırlar, klasik bir elementleri ve diğer belirleyici özellikleri vardır.
Şakraların Fizik bedene canlılık verdikleri ve insan tabiatının hem fiziksel ve hem de zihinsel yönlerinin birbirleri ile iletişiminde odak noktası oldukları belirtilir. Şakraların, yaşam enerjisinin (doğu kültürlerinde bu enerjiye prana deniyor) merkezleri olduğu ve bu enerjininde nadi adı verilen kanallarda hareket ettiği söylenir.
Mistisizimde bir nadi (çoğulu nadis) yaşam enerjisinin içinde aktığı ve sonunda şakralara bağlandığı bir kanaldır. En belli başlı kanallar Shushuman, Ida ve Pingala dır.
Nadi denilen bu kanallar Sanskritçe de prana, Çin öğretilerinde ise ‘’chi’’ denilen yaşam enerjisini taşırlar. Buna ilaveten beşduyu ötesi algılama (altıncı his gibi) gibi fonksiyonları da vardır. Hem empatik (başkalarının duygu, düşünce ve davranışlarını anlamak)hemde içgüdüsel reaksiyonlarımızda rol oynarlar. Bu kanalların sadece deriye kadar uzandıkları söylensede bedeni çevreleyen aura nın dış sınırına kadar ulaştıkları belirtilir.
Ida ve Pingala kanalları beynin iki yarısını temsil ederler. Pingala dışa dönüktür, yani güneş kanalıdır ve beynin sol tarafı ile ilgilidir. Ida ise içe dönüktür, ay kanalıdır ve beynin sağ tarafı ile ilgilidir.
Her iki kanalda nefes egzersizleri ile uyarılabilir. Sağ ve sol burun deliklerinden dönüşümlü olarak nefes alınarak beynin sağ ve sol bölgeleri uyarılır. Nadi kelimeside sanskritçe den gelir ve kanal, akıntı veya akış demektir.
Geleneksel Çin tıbbı da insan bedeninin bir enerji sistemi olduğunu ve yukarıda bahsedilen modele uygun olduğunu belirtir.
NOT: Ahmed Hulusi, Bilincin Arınışı ‘’Adem’in Dünyası’’ bölümü konusu, sayfa 38.... ‘’.. Cinsel yaşamla birlikte Adem ve Havva da kendi cinsiyetlerini fark etme , edep yerlerini örtme ve kendileirni beden olarak kabullenme vehmi güçlendi.
Seksin, kişide kendini beden olarak hissetme halini nasıl meydana getirdiğini anlayabilmek için bazı eski kaynaklara bakmak gerekir.
Bu eski kaynaklara göre insan vücudunda yedi şakra vardır. Baş dan vücudun alt kısımlarına, kuyruk sokumuna doğru sıralanmış yedi şakra... Yani yedi enerji merkezi mevcuttur. Bu yedi enerji merkezinin yedinciside kuyruk sokumuna yakın bir noktada...
Bu enerji merkezinin harekete geçmesi kişideki seks duygusunu ve kendini beden kabul etme duygusunu kuvvetlendirir ve bunun neticesinde de ‘’Ruhani güçlerini’’ maneviyata yönelme duygusunu kaybetme sonucunu meydana getirir. Özellikle anal seksin yasaklanmasının gerçek sebebi de budur.’’
New Age akımı batı dünyasında şakralara olan ilgiyi arttırmıştır. Pek çok kişi şakraların konumları ve rolleri ile endokrin sistemindeki hormonların ve salgı bezlerinin benzerliği olduğunu düşünmektedir. New age akımını kabul edenler yukarıda bahsedilen ana şakraların haricinde de şakralar olduğunu söylemektedir. Buna örnek olarak kulak şakralarını verebiliriz.
Eski Hint öğretilerinde şakralar Brahmandan gelen şuurun ortaya çıkış yerleri olarak düşünülmüş. Ruhaniyetten gelen bir enerjinin yavaş yavaş yoğunlaşarak belirli şakra seviyelerini oluşturduğu ve nihayet Muladhara denilen en alttaki şakrada sonlandığı belirtilmiştir. Muladhara denilen bu an alttaki şakra anusa yakın bir noktada yer alır en büyük bedensel zevkler, ihtiras ve tutkuların bulunduğu yerdir.
Eski bir felsefe akımına (Samkhya felsefesi) göre bu en alt şakra maddesel varoluşun metafizik tabanıdır. Bu şakra spiritüel enerjiyi çeker ve enerjinin fiziksel bir şekilde varolduğunu varsaymasına sebep olur. Bu bir elektrik akımındaki şeklin gelişmesi için gerekli potansiyeli sağlayan negativ bir kutup gibidir.
Bu şakranın içinde harekete geçirilmeyi bekleyen büyük bir spiritüel potansiyel vardır. Bu potansiyel esas geldiği orijine, kaynağa yükselmeyi beklemektedir.
Muladhara dan üç ana kanal çıkar. Fiziksel işlemlerden üreme ve dışkılama ile ilgilidir, ayrıca çeşitli korku ve suçluluk kompleksleride bununla ilintilidir. Bir insanın potansiyel karması burada fiziksel olarak belirlenmiştir.
Bu şakranın rengi kırmızıdır ve elementi topraktır.
Batı daki Kabala inanışında olduğu gibi burada da ilk başlangıçta serbest olan ve Kundalini denilen yaşam enerjisi sarmal bir şekilde uykudadır. Tantric yoganın hedefi de bu enerjiyi harekete geçirmek ve onu oradan kaldırıp gitgide daha da latifleşen şakralar arasından geçirerek başın tepe noktasında ki şakraya ulaştırmak ve tanrı ile birleşmeyi sağlamaktır.
Sahasrara denilen tepe şakrası da başın en tepe noktasında yer alır. 1000 tane yaprağı vardır ve bunlar 20 tabaka halinde yerleştirilmişlerdir. Çoğunlukla bin yapraklı lotus çiçeği olarak anılır. Sistemdeki en latif şakradır ve saf şuurla ilgilidir. Ayrıca diğer bütün şakraların çıkışıda buradandır. Şayet bir yogi enerjisini bu noktaya kadar yükseltebilirse tanrı ile birliği yaşar..
7 şakranın ölümsüz insanın veya ruhun tek olan şuurunun dünya yaşamını yönetmek üzere ne şekilde bölündüğünü gösterdiği söylenir. (beden/içgüdüler/yaşam için gereken enerji/derin duygular/ iletişim/yaşamla ilgili genel bir bakış/tanrı ile temas) . Şakralar spiritüel latifliğin değişik seviyelerine yerleştirilmişlerdir. En tepede Sahrara, yani saf şuurla ilgili olan şakra ve en alttada madde ile ilgili olan Muladhara yer alır ve şuurun en yoğunlaşmış hali olarak görülür.
Şakra Tekerlekleri

Tepe Şakrası-Taç şakrası
Brow Chakra (Alın Şakrası-Üçüncü göz Merkezi)
Throat Chakra (Boğaz şakrası)
Heart Chakra (Kalp Şakrası)
Solar Plexus-Sırt şakrası(Göbeğin üst kısmında midenin arkasında ve aortanın önünde yer alır)
Spleen Chakra -Sakral Şakra
RootŞakra-Kök Şakra
(
Ayrıca, tepe şakrasının üzerinde de kişilik ötesi, benlikle ilgili olmayan bir şakra daha vardır. Bu şakra şakra başın 4-5 parmak yukarısında bulunur ve insanlar arasındaki spiritüel bağlantılarla ilgilidir. Bu, bazı hallerde başın üzerinde birden fazla şakra halinde görülür. En alttaki başın 4-5 parmak üzerinde, en üstteki de başın 30cm üzerinde yer alır. Bunun adı Ruh yıldızıdır. Bizim ruhlarımız ışık pırıltılarıdır ve bunları zaman zaman görme alanınızın dışında görebilirsiniz.
Bütün spiritüel öğretiler ve dinlerde şakralar dan bahsedilir.
Özellikle Çin Tıbbında ve Tibet Budizminde pek çok şakra modeli.daha vardır. Hatta, Musevi Kabalasında ki farklı Sephiroth lar da bedenin değişik kısımları ile ilişkilidir.
Islam Sufizminde Lataife-e-Sitta ( 6 latifliğin) in beş duyu ve beş duyu ötesi algılama ile ilgili oldukları söylenir ve bunların aktive edilmesi sonucunda bir kişinin ruhsal gelişimi tamamlanır.
Birbirinden çok farklı olan Shakta Tantra, Sufism ve Kabbalism de de şakralar, lataif ve Sephiroth hemen hemen benzer ruhsal kavramları temsil etmektedirler.
Yoga öğretisinde şakraların görünüşü


ŞAKRALAR ve Endokrin SİSTEMİ
Şakraların pozisyonları ve fonksiyonları ile endokrin sistemindeki çeştili organların ilişkili olduğu söylenmektedir.
(Yukarıdan aşağıya 1.Epifiz 2.Hipofiz 3.Tiroid 4.Timus 5.Böbreküstü bezleri 6.Pankreas 7.Üreme Organları (Erkekte Testis, kadında Yumurtalıklar)

-Tepe şakrası şuurun şakrasıdır denir. Bu, diğer şakraları kontrol eden ana şakradır. Yaptığı iş ise pituitary gland (epifize benzer). Buradan endokrin sistemini kontrol eden hormonlar salgılanır ve hipotalamus vasıtasıyla merkezi sinir sistemine bağlanır. Talamusun şuurun fiziksel tabanı ile ilgili bir rolü olduğu söylenmektedir.
-Ajna Şakrası veya Alın Şakrası/ üçüncü göz ise pineal gland le (hipofizle ) ilişkilidir. Bu zaman şakrasıdır ve ışığın farkında olmakla ilgilidir. Pineal gland (hipofiz bezi) ışığa duyarlıdır ve melatonin hormonunu salgılar ve uyumak veya uyanmak ile ilgili içgüdüleri düzenler. Ayrıca, çok çok eser miktarda pyschodelic (rock müziğinde olduğu gibi duyguları aşırı derecede uyaran) bir kimyasal olan dimetiltriptamin salgılar.
. -Vishudda denilen boğaz şakrası İletişim ve gelişme ile ilgilidir. Sözü edilen gelişme kendini ifade etme tarzıdır. Bu şakra tiroid bezine paraleldir. Tiroid bezi ise gene boğazda bulunur ve tiroid hormonu üretir. Bu da gelişme ve olgunlaşmadan sorumludur.
-Anahata veya kalp şakrası sevgi, aşk, denge ve iyi hissedişle ilgilidir. Göğüste bulunan timus la ilişkilendirilir. Bu organ hem bağışıklık sisteminin hemde endokrin sisteminin bir parçasıdır. Hastalıklarla savaşan T hücrelerini üretir ve stress ten kötü bir şekilde etkilenir.
-Solar plexus şakrası veya Manipura enerji, asimilasyon ve sindirim ile ilgilidir. Pankreas ile dış adrenal bezler ve adrenal korteks ile ilişkilidir. Bunlar sindirimde çok önemli rol oynarlar ve yiyeceklerin beden için gerekli enerjiye dönüştürülmesini sağlarlar.

-Sakral şakra veya Swadhisthanna göbeğin 3-5 cm altında veya dalaktan sol tarafa doğru uzanmış şekilde bulunur. Duygular, cinsellik ve yaratıcılıkla ilgilidir. Bu şakra erkekte testis kadınlarda ise overlerle ilişkilidir. Bilindiği gibi bu organlar üreme ile ilgili çeşitli seks hormonlarını salgılar ve bunlarda insan duygularında çok dramatik değişiklikler meydana getirirler.
-Muludhara veya kök şakrası güvenlik, yaşamı devam ettirme ve kişinin en temel potansiyeline işaret eder. Yaşam enerjisi olan kundalinin burada bir sarmal şeklinde (aynen bir telin kangal gibi sarılması şeklinde ) bulunduğu söylenir. Buradan açılarak kişiyi tepe şakrasındaki en yüksek ruhani potansiyeline getirmek üzere hazır bekler. Bu merkez genital bölgeler ve anus arasında yer alır. Her ne kadar burada herhangi bir endokrin bezi olmasada bu şakranın daha içerdeki adrenal bezler ve adrenal medulla ile ilişkili olduğu söylenir. Adrenal medulla kişinin yaşamı tehdit altında olduğunda savaş veya kaç reaksiyonu vermesinden sorumludur. Bu bölgede cinsel ilşikide boşalmayı sağlayan bir kas vardır. Sperm hücresi ve yumurta arasında bir parallellik kurulur ve burada genetik kod sarmal halinde bulunur. Bu genetik kod kendini tam gelişmiş bir insan olarak ifade etmeye hazır kundalini-yaşam enerjisi ile birlikte bulunur.
Hint mistiklerine göre şakraların en önemli özelliği ve bulunma seviyeleri ruh tadır. Ancak, pek çok kişi şakraların poziyonları ve fonksiyonları ile ilgili olarak endokrin sistemindeki bezlerle ilişki kurmuştıur . Buna ek olarak omurilik boyunca yer alan sinir yumakları (ganglia) ile de ilişkilendirilmişlerdir. Bazı kimseler şakraların fizik bedende endokrin bezleri olarak açığa çıktığını belirtmişler ve onların sübjektif açığa çıkışları da psikolojik ve spiritüel deneyimler şeklinde olmuştur.
Gerçekten endokrin bezleri tarafından salgılanan bu hormonların insan psikolojisi üzerinde çok dramatik etkileri vardır ve bunların herhangi birinde oluşan bir dengesizlik kişide psikolojik veya fizyolojik bir dengesizlik yaratır.
Belki de bu bezlerin en dramatik ve etkili salgısı saykodelik bir madde olan (psychodelic drug) DMT dir ve pineal gland tarafından sentezlenir karşılığıda tam alın şakrasıdır. En azından batıda bazı kişiler bu tür kimyevi maddeler kullanarak spiritüel deneyimler yaşamışlardır.

ŞAKRALAR VE RENK FREKANSLARI
RED KIRMIZI Kök Şakra Omuriliğin en altında yer alır. Bütün yaradılışın bilgisini taşıyan ilk sekiz hücre burada yer alır ve sadece bu hücreler bütün yaşamımız boyunca değişmeden kalırlar. Bizim fiziki dünyada kök salmamızı sağlar.

ORANGE TURUNCU. Spleen: Göbeğin hemen altında yer alır ve bizim cinsel ve üreme kapasitemizle ilgilidir. Bu şakranın blokajı duygusal sorunlar ve cinsel suçluluk olarak açığa çıkar
YELLOW SARI Solar Plexus .
Solar plexus Duyguların yerleştiği yer. Bize dünya da kişisel bir güç verir. Bloke olduğunda kızgınlık veya kendini kurban gibi hissetmek duygusu verir.
GREEN YEŞİL. Kalp şakrası, bloke olduğu takdirde bağışıklık sistemi veya kalp sorunları veyahut da şefkat eksikliği ortaya çıkar.
Kalp şakrasımerkezi-Ruhun mekanı, zaman gösterge şişesinde. Kalp sıfır noktası olarak belirtilmiş.
BLUEMAVİBoğaz şakrası yaratıcılık ve iletişimle ilgilidir. Duygularınızı uygun bir şekilde ifade edemediğiniz zaman baskı hisseder.
INDIGO MORThird Eye: Pineal Gland: Is a physical eye with the capabilities of looking upward.
Üçüncü Göz ŞAkrası: Pineal bezi (epifiz)
Yukarıya bakma yeteneği olan fiziki bir gözdür.
PURPLE EFLATUNTaç Şakra : Daha üst boyutlardan gelen mesajlarla sizi birleştirir ve başın üzerinde bir baskı şeklinde hissedilebilir.

CHAKRAS AND SOUND
ŞAKRALAR VE SES

Şakra renk frekansları aynı zamanda müzik skalasını da takip eder ve müzik notaları ile ilişkilidir.

No
Chakra
Note
Color
8

C '

7
Crown
B
Violet
6
Third Eye / Brow
A
Indigo
5
Throat
G
Blue
4
Heart
F
Green
3
Solar
E
Yellow
2
Sacral
D
Orange
1
Base
C
Red


ŞAKRALAR VE KRİSTALLER
Her şakra ile ilgili renkli bir kristal vardır..
Şifa için her şakranın üzerine ilgili bir kristal yerleştirilir ve bu şekilde bir meridyen matriksi oluşturularak dengeleme sağlamak amaçlanır.

SEVGİLİLER
Lovers connect through their chakra systems,
Sevgililer de şakra sistemleri aracılığı ile ilişki kurar ve bağlanırlar.
Aura alanları ve meridyen matriksleri


EKİN HALKALARI VE ŞAKRALAR Haziran 1996...Alton Barnes, England
Bu ekin halkası 12 şakrayı ve DNA mızın nasıl harekete geçtiğini gösteriyor.

12 Around 1

DÜNYANIN ŞAKRA SİSTEMİ

Dünya, yaşayan bir organizma olduğu için onun da şakra merkezleri vardır. Bunlar kutsal geometriye dayanan belli başlı meridyenler le bağlantı kurarlar. Bizim şakralarımızda dünyanın meridyen sistemi ile bağlantılıdır.Above and Below - X Hermes Trismegistus
KUNDALINI yaşam enerjisiYılan sembolü: DNA, ejderha, yılanlar v.s.

YOGAYoga creates balance.
YOGA bir denge sağlar
Not: www. crystallinks.com sayfasından özet olarak alınmıştır






İstanbul - 08.06.2008 http://sufizmveinsan.com

Evrenin Geometrisi-Karanlık Madde ve Boşluk Enerjisi

Evrenin Geometrisi, Karanlık Madde ve Boşluk Enerjisi
Fiz.Müh. Kenan Keskin

Evrende toplam madde-enerji miktarı, uzay-zaman geometrisini, uzay-zaman geometrisi de madde ve enerjinin nasıl davranacağını belirler. Eğer evrende yeteri kadar madde varsa çekim gücü, evren genişlemesini bir gün durdurup kendi üzerine çökmesine neden olacaktır. Bu tür evren geometrisi, küre şeklinde kendi üzerine kapalı olup sonlu ama sınırsız bir yapıya sahiptir. Bu yüzden, (zaman boyutunda) sanal bir yarı çapı bulunmaktadır. Herhangi bir kenarı, merkezi, başlangıç noktası da yoktur. Tıpkı bir balonun yüzeyi gibi. Evreni, balonun yüzeyi, içindeki yıldızları, galaksileri de bu iki boyutlu yüzey üzerinde yer alan yapılar olarak düşünürsek evrenin, üçüncü (yani, dördüncü) boyut olan zaman boyutunda kapalı olduğunu görürüz. Bu evrenin bir noktasından yola çıktığımızda (ışık hızıyla milyarlarca yıl sürecek olsa da) tekrar aynı yere gelirsiniz. Böyle bir evrende zamanın, big-bang le bir başı olduğu gibi aynı zamanda, evrenin kendi içine doğru büzülmeye başlamasıyla evrensel bir karadeliğe dönüşerek bir sonu da vardır. Eğer evrenin genişleme hızı çekim gücüne eşdeğerde ise, o zaman evrenin eğriliği sıfır yani, düz (öklid geometrisi şeklinde) olup çekim, genişleme hızını yavaşlatmasına karşın onu asla durdurmaya gücü yetmeyeceğinden evren sonsuza dek az da olsa artan bir hızla genişlemesini sürdürecektir. Buna karşılık çekime neden olan maddenin birbirlerinden kaçma hızı, çekim gücünden çok fazlaysa yani, genişlemeyi durduracak yeteri düzeyde evrende madde yoksa, o zaman evren artan bir hızla çok hızlı bir şekilde genişleyecektir ki, bu durumdaki evrenin uzay-zaman geometrisi, kürenin tam tersi olan negatif eğrilikte semer (hiperbolik) biçimindedir (ki big-bang içermeyen bu nedenle sonsuzdan gelip sonsuza giden benzerinden, bu yönüyle farklıdır). Sahip olduğu bu eğiklikten dolayı yine de sanal bir yarıçapı bulunmaktadır. Hiperbolik ve düz evren, sonlu olmaksızın yine merkezi, sınırı, kenarı yoktur ve evrenin uçları da sonsuza doğru açıktır. Hiçbir şekilde ikiye ya da kendi üzerine katlanamaz. Böyle bir evrende bir kişi, başladığı noktaya da geri dönemez. Bununla birlikte öklid (düz) geometrisinde iki nokta arası çizilen çizgi düz iken, küre yada hiperbolik geometride iki nokta arasındaki düz doğru parçası, bir yay uzunluğudur. Düz uzayda bir doğruya, o doğru dışındaki her hangi bir noktadan tek bir paralel doğru çizilebilirken aynı durum, bir küre üzerinde hiçbir şekilde çizilemez. Hiperbolik uzayda ise böyle bir doğruya, sonsuz sayıda paralel çizgi çizilebilmektedir. Elbette bu paralel çizgiden kasıt düz çizgi değil, eğik çizgilerdir. Nasıl ki dünya üzerindeki bizler, dünyanın eğikliğini düz olarak algılıyorsak aynı şekilde, genel anlamda düz olmasına karşın nesneler dolayısıyla, yerel bazda var olan uzayın eğikliğini ya da olması halinde küre veya hiperbolik bir evrenin eğikliğini algılayamazdık.Küre şeklindeki uzay-zamanda, iki paralel ışın demeti gönderdiğimizde bu ışınlar milyon yada milyarlarca ışık yılı uzaklıktaki bir noktada birleşir, kesişirler. Bu geometrik evren yüzeyine bir üçgen çizmiş olsak üçgenin iç açıları toplamı, 180 dereceden büyük olurdu. Buna karşılık negatif eğriliğe sahip hiperbolik uzay-zaman geometrisinde ise, yine böyle mesafedeki bir noktada, ışınlar birbirlerinden uzaklaşmaya başlardı. Bu geometrideki üçgenin iç açıları toplamı da, 180 dereceden küçüktür. Düz evrende de bu ışınlar sonsuza değin paralellik durumunu korurlar. Öklid (düz) uzay üzerindeki bir üçgenin iç açıları toplamı ise, 180 dereceyi gösterecektir. Evrenin davranış biçimini, evren yoğunluğuyla karşılaştırarak da ifade edebiliriz. Böylece düz evrenin yoğunluğu, kritik yoğunlukta olup bu yoğunluğun üstünde, galaksilerin birbirlerinden kaçma hızı yeterli olmadığından evren kapalı modeli verirken, evren yoğunluğu kritik yoğunluğun altında ise, galaksiler birbirlerinden hızla uzaklaşacaklardır. Geçmişte ise, Newton’a göre evren, sabit ve hareketsizdi (durağandı). Çünkü yine ona göre, evren sonsuz ve homojen olduğundan cisimler birbirlerine uyguladıkları çekim gücü dolayısıyla, birbirlerini dengelemekteydi. Hatta Einstein bile ilk zamanlarda kendi kurduğu denklemlerin aksine, evrenin statik olduğunu düşündü ve daha sonra bunun kariyerinin en büyük hatası olduğunu dile getirdi. Oysa evren, De Sitter tarafından yapılan hesaplamalar sonucunda sadece boş uzayda yani, hiçbir madde ve enerjinin bulunmadığı bir evren için bu durgunluk gerçek olabilirdi ki, eğer madde varsa mutlaka evren hareketli olmak zorundadır. Bu boş uzaya aynı zamanda Einstein - De Sitter uzayı adı verilmektedir. Ancak Edwin Hublle tarafından yapılan gözlemlerle evrenin, tıpkı şişen bir balon yüzeyi gibi, o yüzey üzerinde düşündüğümüz tüm galaksilerin birbirinden hızla uzaklaştığı yani, uzayın genişlediği ispatlanmıştır. Ayrıca evrenin genişlemesi, uzayın genişlemesi olduğundan, evren plank boyutlarında (big-bang in 10 üzeri (-43) saniye, 10 üzeri (-33) cm de) iken madde ve enerjinin yoğun halde bulunması, aynı zamanda bildiğimiz uzayın kendisinin de o noktada yoğunlaştığı anlamına gelir. Yani big-bang olmadan önce, bildiğimiz uzayın kendisi de yoktu.
Bununla birlikte, geniş bir açıdan evrene baktığımızda evren yapısının homojen (üniform) olduğu ortaya çıkmıştır. Yani evrenin her yerinde yoğunluk, eşit olduğundan evren oldukça düzgündür. Homojen olan evrenin içindeki her bir cisim (galaksi), aralarındaki uzaklıkla doğru orantılı olarak genişlediğinden evrenin hangi galaksisinden bakılırsa bakılsın evren, yine aynı şekilde görünür. Ve yine aynı zamanda evrenin hangi noktasından bakılırsa bakılsın bakana nispetle gözlemci, kendisini evrenin merkezinde görür. Galaksilerin birbirlerinden kaçma (dolayısıyla evrenin genişleme) hızı ise (tam olarak bilinemese de yaklaşık olarak), 3,26 milyon ışık yılı için saniyede 55-70 km dir. 6,52 milyon ışık yılı içinse bu, 110-140 km dir...vs. Yapılan çok hassas gözlemlerle artık kesin olarak evrenin, sanılanın aksine yeterince yoğunluğa (madde miktarına) sahip olmadığı ortaya çıkmıştır. Böylece evren, kritik yoğunluğun hemen altındaki yakın bir değerde bulunup düz bir geometriyle sonsuza dek genişlemesini sürdürmektedir. Yalnız burada bir sorun var. Bu sorun ise evrenin, bilinen tüm maddesi dışında hiçbir madde ve enerji içermemiş olsaydı çoktan kendi içine çökmüş ya da genişleyip çözülmeye başlamış olması gerekirdi. Demek ki şu anda görünen evreni, kritik hızın biraz üzerinde genişlemesini sağlayan karanlık bir madde olması gerekmektedir. Sadece bu değil yapılan çeşitli gözlemlerle de mesela, bir galaktik küme içerisindeki galaksilerin toplam kütlesinin, onları bir arada tutan kütle çekim kuvvetini yaratacak düzeyde olmadığı gösterilmiştir. Keza benzer bir durum galaksilerin kendi içlerinde de gözlemlenmiştir. Mesela sarmal bir galaksiye bakıldığında ışıldayan yıldız miktarının, galaksi merkezine yakın yerlerde daha yoğun, galaksi merkezinin uzaklarında ise, daha az yoğun olmaktadır. Eğer merkezkaç kuvveti ile çekim kuvveti eşitliğini göz önüne alırsak dönme hızının, cisimlerin sahip olduğu kütle ile doğru orantılı olarak artması dolayısıyla, galaksi merkezine yakın bölgelerin dönme hızının yüksek, merkezden uzak daha seyrek olan kısmının ise, daha yavaş olması gerekir. Oysa durum böyle olmayıp galaksinin dönme hızının, galaksinin her yerinde aynı olduğu görülmektedir. Dolayısıyla galaksinin, karanlık maddeden meydana gelen bir hale içinde olduğu ortaya çıkmaktadır. Keza, gözlemlenen tüm sarmal galaksilerin hemen hepsinde aynı durumun varlığı kanıtlanmıştır. Yapılan hesaplamalarla da evrende bilinen madde ve enerji, var olanın ancak %4’ ünü teşkil ederken, % 96’ sı da gözlemlenmeyen ama etkileri ölçümlenen karanlık madde ve enerjiden oluşmaktadır. Bu %96’ lık dilimin %73’ ü karanlık enerji, % 23’ ü ise karanlık maddedir (ki bu anladığımız manadaki madde değildir). Karanlık madde ve enerji, ışık yayımlamadığı gibi, ışığı soğurmamaktadır da. Karanlık madde, aynı anda hem kendi cinsi olan karanlık madde ile hem de görünen (bilinen) maddeyle kütle çekimle birbirleriyle etkileşirken, kümeleşebilirken, karanlık enerjinin tanecikleri, birbirlerini itmekte böylece, evreni genişletmektedirler. Ayrıca karanlık enerji, evrenin her yerinde homojen olarak bulunmaktadır. Karanlık madde, bilinen madde ile kümeleşebildiğinden galaksileri meydana getirebilmiştir. Çünkü evren ilk zamanlarında hidrojen ve helyumdan oluşan tek bir gaz bulutu halinde idi. Bu yüzden eğer karanlık madde olmasaydı, evren o kadar homojen olurdu ki kümeleşme oluşmayacağından gezegenler, yıldızlar, galaksiler meydana gelemeyeceklerdi. Karanlık maddenin ne olabileceğine ilişkin birçok neden gösterildi. Bunlardan bazıları sırasıyla, sanılandan fazla olduğu düşünülen karadelikler ve bilhassa güneşten milyon kat büyüklükteki dev karadelikler, ihmal edilebilecek kütlelere sahip olmalarına karşın çok büyük yığınsal kütleye sahip olmalarından ötürü nötrinolar ile bugün için bilemediğimiz farklı türden parçacıklar ve tahminlerin ötesinde hesaba katılmayan gezegenler, astroidler, kuyruklu yıldızlardır. Ancak, bunlar hesaba katılsa bile, yine de kütle açığının çok gerisinde bulunulmaktadır. Bunların dışında karanlık maddeye çok yakın davranışı sergilemesi dolayısıyla en büyük aday ise, “beşinci kuvvet” olarak adlandırdığımız Boşluk Enerjisidir. Bildiğimiz gibi, evrendeki tanecikler o tanecikleri temsil eden alanların belli düğümler arasında yoğunlaşmış enerji bloklarıydı. Mesela, pionlar, bir pi mezonu alanının, fotonlar elektromanyetik alanının, pozitronlar da bir pozitron alanının kuantlarıdır. Haysenberg’in belirsizlik ilkesine göre de, boşluğun tamamen boş olması, boşluğun tanımlanması anlamına geldiğinden o boyutta boşluk tamamen enerji alanları, dolayısıyla taneciklerle dolu olması gerekir. Bu yüzden boşluk olarak düşündüğümüz ortam (boyut) ilk bakışta bile, bir enerji alanının yada alanlarının asla sıfır olamadığı böylece, sıfırın üstünde ancak en alt enerji seviyesinde (0,1 gibi) bir gitarın telleri gibi sonsuz şekillerde titreşen dalgalar ve onların bir görünümü olan parçacıklarla tıka basa doludur. Sıradan bir hesaplamayla bile bu en alt enerji düzeyine denk düşen boşluk enerjisi, çok düşük enerji seviyesine sahip kuantum alanlarını barındırmış olsa da, sonsuz sayıdaki titreşim biçimlerine karşılık gelen (çünkü sonsuz sayıda enerji (dalga) olasıdır) bu küçük enerji seviyelerini üst üste koyduğumuzda sonsuz bir değer elde ederiz. Dolayısıyla evrenin her yerinde bulunması nedeniyle çok küçük bir alandaki toplam vakum enerji miktarı, evrenin bilinen tüm enerji miktarının toplamından (ya da enerji kütle eşitliğinden ötürü, toplam kütlesinden) çok daha fazla olmaktadır. Mesela, birtakım şeyleri ihmal ederek bu toplamı yaptığımızda bile, bir santimetreküpteki vakum enerjisinin (ya da kütlesinin), evrenin bilinen 10 üzeri 50 ton olan ağırlığından, kıyasa gelmeyecek ölçülerde çok daha yüksek olduğu görülmektedir.
Böylece boşluktaki alandan yaratılan tanecik çiftleri, belli bir süre titreştikten sonra tekrar birleşerek bu alana geri dönüp yok olurlar. Serbest hareket edememelerinin nedeni ise, gerçek (kararlı) parçacıklar arasında tanecik türüne göre geçerli olan kuvvetlerin, bu sanal parçacıklar arasında da geçerli olmasından kaynaklanmaktadır. Bu vakumdaki parçacıklar, maddesel dünyamızı oluşturan parçacıklar gibi kararlı olmadıklarından, belli bir süre içinde var olmaları nedeniyle sanal, edimsiz (kararsız) parçacıklar ismini alırlar. Boşluktaki bu sanal parçacık çiftlerinin yığınsal etkileri, kütle çekim etkisi yarattığı gibi, oluşturduğu kütle çekim etkisinin çok çok üzerinde negatif bir basınca da sahip olarak kütle çekimine karşı büyük bir güçle ters itim oluşmasını sağlamakta, böylece evreni genişletmekte, evren hacmi genişledikçe de boşluk enerjinin miktarı artmaya başlamaktadır. Yani kendisini besleyen bir sistemle evren sürekli genişlemesini sürdürmektedir. Bununla birlikte bu boşluk enerjisinin neden olduğu itici kuvvet, zaman ve mekana göre değişiklikte gösterebilmektedir. Öyle ki bu güç, enflasyon teorisi olarak da bilinen yaratılışın 10 üzeri (-35) sn. de evrenin bir anda 10 üzeri 50 kat büyümesini sağlamıştır. Ancak buradaki bazı sorular da giderilmiş değildir. Çünkü bu boşluktaki sonsuz enerji durumu, evreni çoktan parçalayıp yok etmesi gerekirdi. Ama gerçek öyle değil. Bu sorunu ortadan kaldırmak içinde olayı daha iyi betimleyen yeni yeni beşinci kuvvet modelleri ortaya konmaktadır.
Vakumdaki (boşluk) durumu, daha derinden anlayabilmek için alan kavramını göz önüne almamız gerekir. Bildiğimiz gibi, Newton fiziğinde madde ve boşluk iki ayrı kavram olarak ele alınır. Ancak Einstein’ nın genel rölativite teorisiyle birlikte çekim dediğimiz şey, Newton fiziğindeki gibi boşlukta hareket eden parçacık etkileşmeleri değil, uzayın kendi yapısındaki eğrilikten kaynaklanan bir durum olduğu ortaya çıkmıştır. Yani, zaman boyutu içindeki eğri uzay, çekimin kendisi oluyordu. Bu yüzden cisimlerin çevresine uyguladıkları çekim etkisi, bu kütlelerin çevresindeki uzayı eğmesinden kaynaklanmaktadır. Tıpkı gerilmiş bir bez üzerine konmuş ağır bir güllenin, etrafında oluşturduğu bezdeki eğrilikte hareket eden bir bilyeyi kendine çekmesi gibi. Daha da ilginci, aslında kütle dediğimiz şeyin de bu eğrilikten ayrı bir yapısı olmayıp aynı uzaydaki eğimden ibaret olmasıdır. Dolayısıyla kütle ve çekim dediğimiz şey gerçekte, Tek Bir Alandaki çeşitli eğriliklerden başka bir şey değildir. Böylece madde ve alan kavramı da tek bir şeye indirgenmiş olmaktadır. Bu gravitasyonel kuvvet (kütle çekimi) ile kütle arasındaki durum, kuantum boyutlarında parçacık ve ilgili kuvvetler arası ilişkiler için de aynen geçerlidir. Böylece atom altı boyutlarda her şey, sadece alanlarla ifade edilebilmekte mesela, fotona ait elektromanyetik alanı ya da pozitron, elektrona ait pozitron, elektron alanı şekline bürünen, Tek Bir Alanın varlığı söz konusu olmaktadır. Bozon olarak ifade ettiğimiz elektromanyetik, gravitasyonel, güçlü ve zayıf kuvvet parçacıkları, o alan üzerinde hareket eden titreşimlerken, parçacıklar da yine aynı titreşim özelliğindeki alanın bölgesel yoğunlaşmaları olmaktadır. Dolayısıyla, parçacıkların kuvvetler aracılığıyla birbirleriyle etkileşimi, yine aynı alanda ama farklı yoğunlaşma ile kendini gösteren parçacıkların, birbirlerini aralarındaki aynı özellikli alan dalgalanmalarıyla etkilemeleri şeklinde meydana gelmektedir. Parçacıkların hareketi ise, yine bu bölgesel alan yoğunlaşmalarının, alan üzerindeki hareketiyle oluşmaktadır. Bir parçacığın birden fazla kuvvet alanına ve o alanın yoğunlaşmış şekline sahip olması ise, onun içsel özelliklerinin bir sonucudur. Bununla birlikte, parçacıklar yok olabildikleri gibi, farklı alanların parçası da olabilmektedirler. Özetle, her ne kadar boşlukta titreşen alanlardan bahsetmiş olsak da aslında tüm bu alanlar Tek Bir Alanın farklı görünümlerinden, farklı eğim, şekil almalarından başka bir şey değildir. Bildiğimiz maddeyi oluşturan parçacık ve onların alanları, kararlı yapıda iken, boşluktaki sanal parçacıklar ve dolayısıyla alanları, kararsızdırlar. Bu yüzden boşlukta oluşan sanal parçacıkların Vakumda bir anda var olup yok olmaları, bu alandaki parçacık çifti, dolayısıyla alan çifti olarak belirip belli bir süre sonra birleşerek yok olmalarıyla oluşur. Mesela bir foton çifti yani, elektromanyetik alan çifti böyledir. Ya da bir gulon, graviton gibi boson çiftleri veya proton, antiproton gibi fermion çiftleri. Böylece bir fermion olan elektron- pozitron çifti, bu alanı dalgalandırıp belli bir mesafe yol aldıktan sonra aralarındaki elektromanyetik çekim kuvveti nedeniyle bir araya gelerek alanda yok olurlar. Daha doğrusu alandaki eğrilikleri yok olur. Uzayın her yerinde her an, en hafifinden en ağırına kadar sayısız parçacık türleri ya da enerji dalgaları (alanları) bu Tek Alanda daima mevcutturlar. Aslında, uzay-zamandan bağımsız, ama onu oluşturan bu Tek Alan, bilebildiğimiz şeylerin de ötesinde, her şeyin kaynağıdır. Bu bölünmez-parçalanmaz Bütünsel Alana, çeşitli yönlerden yaklaşan ya da farklı bakış açılarıyla aynı şeyi anlatmaya çalışan başarılı teorilerden biri de David Bohm’un Hologram Teorisidir (Ayr. bkz. Birleşik Alanlar 7).
Bilebildiğimiz, bilemediğimiz, düşünebildiğimiz, düşünemeyeceğimiz tüm varlıkların meydana geldiği bu “Tek Enerji Alanı”, tüm fotonların (dalgaların) da özü olarak bir terkip haline gelmemiş yönüyle (sınırsız bir biçimde her şeyi yapabilecek potansiyelle) Salt Enerji halinde iken bu Enerji Denizi, tıpkı su üzerindeki dalgalanmalar gibi, sadece bir “an”lık dalgalanmasıyla, sonsuzluğa uzanan varlığı meydana getirmekte ve sonra bu dalgalar yine o “an” içinde aslına rücu etmesi sonucu Salt Enerji Okyanusunda yok olmaktadırlar. Bu Salt Enerjinin Bilinci olan Kozmik Bilinç, hayalinde bir şey yarattığı anda, hayal aleminde bu şey enerji dalgası olarak açığa çıkmaktadır. Allah’ın özelliklerinin sonu olmadığı için açığa çıkanların, ortaya konanların da hiçbir sonu yoktur. Bu yüzden bu Bilinçli Enerji, sonsuz “an” lardan sadece bir “an”lık dalgalanmanın sonucu olarak, tüm boyutlarıyla (içinde bizim de yer aldığımız) sonsuz evrenler dediğimiz yapıyı meydana getirdiği gibi bunun yanında, farklı “an” lar dan her biri diğerinden farklı dalgalanmalarla da “her “an” yeni bir yaratışla” hiçbir zaman kavrayamayacağımız âlemleri oluşturmaktadır. Ve bu farklı “an” lardan oluşan dalgalanmalar ise, durmaksızın sonsuza dek devam edip gitmektedir. Ayrıca, bu dalgalanmaların her birinin de kendi içinde, “an” içere“an” lardan oluşan sonsuz, ayrı ayrı dalgalanmaları ve bunların yok olması da söz konusudur ki bu yönüyle de Allah, “her an yeni bir yaratışta” bulunmaktadır. Tüm varlık, gerçekte farklı frekanslara karşılık gelen bu dalgalardan ya da bilinç (enerji) titreşimlerinden, bilgi paketlerinden ibarettir. Ve her şey bu boyutta olup bitmesine karşın bizler, dünyayı, evreni, maddesel bir biçimde gerçekten varmışçasına algılamakta, yaşamaktayız. Başka bir deyişle, bildiğimiz ya da farklı boyutları algılama aracımız olan beynimiz de dahil olmak üzere şu anda bile o boyutta (holografik özellik dolayısıyla sonsuzluğa açılabilecek) bir bilinç titreşimi olarak yer almakta olup yine o boyutta bizlerin (biz bilinç dalgalarının) uzantısı olan (aynı alanda yer alan) hareketli frekansları çözebildiğimiz, deşifre edebildiğimiz ölçüde bu dalgaları, (beynimizin kendisi de dahil) maddi evrene dönüştürmekteyiz. Bu sistem, ölüm ötesi boyutlar ile farklı boyutlarda yer alan diğer varlık ve algılamaları için de aynen geçerlidir. Varlığın ve ondaki tüm hareketliliğin, oluşumun kaynağı olan, bir “an” lık açılımdaki sonsuz Enerji Okyanusundaki frekansların, her an değişmesi, dönüşüme uğraması dolayısıyla da “Allah her an yeni bir Şanda” dır (bu konuya Hangi Evreni Algılamaktayız II ve III. bölümünde de değinmiştik). Allah Esmasının yani soyut özelliklerinin somut olarak açığa çıktığı ya da bir diğer ifadeyle çokluk boyutu adı altında Enerji yapıya dönüştüğü sınır olan “Arş’ın”, su üzerinde bulunmasının bir anlamı da bu “Arş” boyutunun Enerji Okyanusu üzerindeki bir boyutta yer almasıdır. Aynı şekilde, “Yer ve gök bitişikken biz ayırdık onları ve her canlı şeyi sudan halk ettik” ayetinin bir anlamı da yine bu Enerji Denizine işaret etmektedir, düşünceme göre.
(Evrensel Sırlar / Tekin Seyri/ Sistemin Seslenişi II – Ahmed Hulusi /Evrenin Kısa Tarihi- Joseph Silk / Evrenin Evrimi Ve Yıldızların Oluşumu-W. J. Kauffman /Fiziğin Taosu- Fridjof Capra /Son Üç Dakika-Paul Davies / Tubitak Bilim Ve Teknik- Temmuz 99 / Ocak 2004)
Evrenin Geometrisi, Karanlık Madde ve Boşluk Enerjisi
Fiz.Müh. Kenan Keskin

Evrende toplam madde-enerji miktarı, uzay-zaman geometrisini, uzay-zaman geometrisi de madde ve enerjinin nasıl davranacağını belirler. Eğer evrende yeteri kadar madde varsa çekim gücü, evren genişlemesini bir gün durdurup kendi üzerine çökmesine neden olacaktır. Bu tür evren geometrisi, küre şeklinde kendi üzerine kapalı olup sonlu ama sınırsız bir yapıya sahiptir. Bu yüzden, (zaman boyutunda) sanal bir yarı çapı bulunmaktadır. Herhangi bir kenarı, merkezi, başlangıç noktası da yoktur. Tıpkı bir balonun yüzeyi gibi. Evreni, balonun yüzeyi, içindeki yıldızları, galaksileri de bu iki boyutlu yüzey üzerinde yer alan yapılar olarak düşünürsek evrenin, üçüncü (yani, dördüncü) boyut olan zaman boyutunda kapalı olduğunu görürüz. Bu evrenin bir noktasından yola çıktığımızda (ışık hızıyla milyarlarca yıl sürecek olsa da) tekrar aynı yere gelirsiniz. Böyle bir evrende zamanın, big-bang le bir başı olduğu gibi aynı zamanda, evrenin kendi içine doğru büzülmeye başlamasıyla evrensel bir karadeliğe dönüşerek bir sonu da vardır. Eğer evrenin genişleme hızı çekim gücüne eşdeğerde ise, o zaman evrenin eğriliği sıfır yani, düz (öklid geometrisi şeklinde) olup çekim, genişleme hızını yavaşlatmasına karşın onu asla durdurmaya gücü yetmeyeceğinden evren sonsuza dek az da olsa artan bir hızla genişlemesini sürdürecektir. Buna karşılık çekime neden olan maddenin birbirlerinden kaçma hızı, çekim gücünden çok fazlaysa yani, genişlemeyi durduracak yeteri düzeyde evrende madde yoksa, o zaman evren artan bir hızla çok hızlı bir şekilde genişleyecektir ki, bu durumdaki evrenin uzay-zaman geometrisi, kürenin tam tersi olan negatif eğrilikte semer (hiperbolik) biçimindedir (ki big-bang içermeyen bu nedenle sonsuzdan gelip sonsuza giden benzerinden, bu yönüyle farklıdır). Sahip olduğu bu eğiklikten dolayı yine de sanal bir yarıçapı bulunmaktadır. Hiperbolik ve düz evren, sonlu olmaksızın yine merkezi, sınırı, kenarı yoktur ve evrenin uçları da sonsuza doğru açıktır. Hiçbir şekilde ikiye ya da kendi üzerine katlanamaz. Böyle bir evrende bir kişi, başladığı noktaya da geri dönemez. Bununla birlikte öklid (düz) geometrisinde iki nokta arası çizilen çizgi düz iken, küre yada hiperbolik geometride iki nokta arasındaki düz doğru parçası, bir yay uzunluğudur. Düz uzayda bir doğruya, o doğru dışındaki her hangi bir noktadan tek bir paralel doğru çizilebilirken aynı durum, bir küre üzerinde hiçbir şekilde çizilemez. Hiperbolik uzayda ise böyle bir doğruya, sonsuz sayıda paralel çizgi çizilebilmektedir. Elbette bu paralel çizgiden kasıt düz çizgi değil, eğik çizgilerdir. Nasıl ki dünya üzerindeki bizler, dünyanın eğikliğini düz olarak algılıyorsak aynı şekilde, genel anlamda düz olmasına karşın nesneler dolayısıyla, yerel bazda var olan uzayın eğikliğini ya da olması halinde küre veya hiperbolik bir evrenin eğikliğini algılayamazdık.Küre şeklindeki uzay-zamanda, iki paralel ışın demeti gönderdiğimizde bu ışınlar milyon yada milyarlarca ışık yılı uzaklıktaki bir noktada birleşir, kesişirler. Bu geometrik evren yüzeyine bir üçgen çizmiş olsak üçgenin iç açıları toplamı, 180 dereceden büyük olurdu. Buna karşılık negatif eğriliğe sahip hiperbolik uzay-zaman geometrisinde ise, yine böyle mesafedeki bir noktada, ışınlar birbirlerinden uzaklaşmaya başlardı. Bu geometrideki üçgenin iç açıları toplamı da, 180 dereceden küçüktür. Düz evrende de bu ışınlar sonsuza değin paralellik durumunu korurlar. Öklid (düz) uzay üzerindeki bir üçgenin iç açıları toplamı ise, 180 dereceyi gösterecektir. Evrenin davranış biçimini, evren yoğunluğuyla karşılaştırarak da ifade edebiliriz. Böylece düz evrenin yoğunluğu, kritik yoğunlukta olup bu yoğunluğun üstünde, galaksilerin birbirlerinden kaçma hızı yeterli olmadığından evren kapalı modeli verirken, evren yoğunluğu kritik yoğunluğun altında ise, galaksiler birbirlerinden hızla uzaklaşacaklardır. Geçmişte ise, Newton’a göre evren, sabit ve hareketsizdi (durağandı). Çünkü yine ona göre, evren sonsuz ve homojen olduğundan cisimler birbirlerine uyguladıkları çekim gücü dolayısıyla, birbirlerini dengelemekteydi. Hatta Einstein bile ilk zamanlarda kendi kurduğu denklemlerin aksine, evrenin statik olduğunu düşündü ve daha sonra bunun kariyerinin en büyük hatası olduğunu dile getirdi. Oysa evren, De Sitter tarafından yapılan hesaplamalar sonucunda sadece boş uzayda yani, hiçbir madde ve enerjinin bulunmadığı bir evren için bu durgunluk gerçek olabilirdi ki, eğer madde varsa mutlaka evren hareketli olmak zorundadır. Bu boş uzaya aynı zamanda Einstein - De Sitter uzayı adı verilmektedir. Ancak Edwin Hublle tarafından yapılan gözlemlerle evrenin, tıpkı şişen bir balon yüzeyi gibi, o yüzey üzerinde düşündüğümüz tüm galaksilerin birbirinden hızla uzaklaştığı yani, uzayın genişlediği ispatlanmıştır. Ayrıca evrenin genişlemesi, uzayın genişlemesi olduğundan, evren plank boyutlarında (big-bang in 10 üzeri (-43) saniye, 10 üzeri (-33) cm de) iken madde ve enerjinin yoğun halde bulunması, aynı zamanda bildiğimiz uzayın kendisinin de o noktada yoğunlaştığı anlamına gelir. Yani big-bang olmadan önce, bildiğimiz uzayın kendisi de yoktu.
Bununla birlikte, geniş bir açıdan evrene baktığımızda evren yapısının homojen (üniform) olduğu ortaya çıkmıştır. Yani evrenin her yerinde yoğunluk, eşit olduğundan evren oldukça düzgündür. Homojen olan evrenin içindeki her bir cisim (galaksi), aralarındaki uzaklıkla doğru orantılı olarak genişlediğinden evrenin hangi galaksisinden bakılırsa bakılsın evren, yine aynı şekilde görünür. Ve yine aynı zamanda evrenin hangi noktasından bakılırsa bakılsın bakana nispetle gözlemci, kendisini evrenin merkezinde görür. Galaksilerin birbirlerinden kaçma (dolayısıyla evrenin genişleme) hızı ise (tam olarak bilinemese de yaklaşık olarak), 3,26 milyon ışık yılı için saniyede 55-70 km dir. 6,52 milyon ışık yılı içinse bu, 110-140 km dir...vs. Yapılan çok hassas gözlemlerle artık kesin olarak evrenin, sanılanın aksine yeterince yoğunluğa (madde miktarına) sahip olmadığı ortaya çıkmıştır. Böylece evren, kritik yoğunluğun hemen altındaki yakın bir değerde bulunup düz bir geometriyle sonsuza dek genişlemesini sürdürmektedir. Yalnız burada bir sorun var. Bu sorun ise evrenin, bilinen tüm maddesi dışında hiçbir madde ve enerji içermemiş olsaydı çoktan kendi içine çökmüş ya da genişleyip çözülmeye başlamış olması gerekirdi. Demek ki şu anda görünen evreni, kritik hızın biraz üzerinde genişlemesini sağlayan karanlık bir madde olması gerekmektedir. Sadece bu değil yapılan çeşitli gözlemlerle de mesela, bir galaktik küme içerisindeki galaksilerin toplam kütlesinin, onları bir arada tutan kütle çekim kuvvetini yaratacak düzeyde olmadığı gösterilmiştir. Keza benzer bir durum galaksilerin kendi içlerinde de gözlemlenmiştir. Mesela sarmal bir galaksiye bakıldığında ışıldayan yıldız miktarının, galaksi merkezine yakın yerlerde daha yoğun, galaksi merkezinin uzaklarında ise, daha az yoğun olmaktadır. Eğer merkezkaç kuvveti ile çekim kuvveti eşitliğini göz önüne alırsak dönme hızının, cisimlerin sahip olduğu kütle ile doğru orantılı olarak artması dolayısıyla, galaksi merkezine yakın bölgelerin dönme hızının yüksek, merkezden uzak daha seyrek olan kısmının ise, daha yavaş olması gerekir. Oysa durum böyle olmayıp galaksinin dönme hızının, galaksinin her yerinde aynı olduğu görülmektedir. Dolayısıyla galaksinin, karanlık maddeden meydana gelen bir hale içinde olduğu ortaya çıkmaktadır. Keza, gözlemlenen tüm sarmal galaksilerin hemen hepsinde aynı durumun varlığı kanıtlanmıştır. Yapılan hesaplamalarla da evrende bilinen madde ve enerji, var olanın ancak %4’ ünü teşkil ederken, % 96’ sı da gözlemlenmeyen ama etkileri ölçümlenen karanlık madde ve enerjiden oluşmaktadır. Bu %96’ lık dilimin %73’ ü karanlık enerji, % 23’ ü ise karanlık maddedir (ki bu anladığımız manadaki madde değildir). Karanlık madde ve enerji, ışık yayımlamadığı gibi, ışığı soğurmamaktadır da. Karanlık madde, aynı anda hem kendi cinsi olan karanlık madde ile hem de görünen (bilinen) maddeyle kütle çekimle birbirleriyle etkileşirken, kümeleşebilirken, karanlık enerjinin tanecikleri, birbirlerini itmekte böylece, evreni genişletmektedirler. Ayrıca karanlık enerji, evrenin her yerinde homojen olarak bulunmaktadır. Karanlık madde, bilinen madde ile kümeleşebildiğinden galaksileri meydana getirebilmiştir. Çünkü evren ilk zamanlarında hidrojen ve helyumdan oluşan tek bir gaz bulutu halinde idi. Bu yüzden eğer karanlık madde olmasaydı, evren o kadar homojen olurdu ki kümeleşme oluşmayacağından gezegenler, yıldızlar, galaksiler meydana gelemeyeceklerdi. Karanlık maddenin ne olabileceğine ilişkin birçok neden gösterildi. Bunlardan bazıları sırasıyla, sanılandan fazla olduğu düşünülen karadelikler ve bilhassa güneşten milyon kat büyüklükteki dev karadelikler, ihmal edilebilecek kütlelere sahip olmalarına karşın çok büyük yığınsal kütleye sahip olmalarından ötürü nötrinolar ile bugün için bilemediğimiz farklı türden parçacıklar ve tahminlerin ötesinde hesaba katılmayan gezegenler, astroidler, kuyruklu yıldızlardır. Ancak, bunlar hesaba katılsa bile, yine de kütle açığının çok gerisinde bulunulmaktadır. Bunların dışında karanlık maddeye çok yakın davranışı sergilemesi dolayısıyla en büyük aday ise, “beşinci kuvvet” olarak adlandırdığımız Boşluk Enerjisidir. Bildiğimiz gibi, evrendeki tanecikler o tanecikleri temsil eden alanların belli düğümler arasında yoğunlaşmış enerji bloklarıydı. Mesela, pionlar, bir pi mezonu alanının, fotonlar elektromanyetik alanının, pozitronlar da bir pozitron alanının kuantlarıdır. Haysenberg’in belirsizlik ilkesine göre de, boşluğun tamamen boş olması, boşluğun tanımlanması anlamına geldiğinden o boyutta boşluk tamamen enerji alanları, dolayısıyla taneciklerle dolu olması gerekir. Bu yüzden boşluk olarak düşündüğümüz ortam (boyut) ilk bakışta bile, bir enerji alanının yada alanlarının asla sıfır olamadığı böylece, sıfırın üstünde ancak en alt enerji seviyesinde (0,1 gibi) bir gitarın telleri gibi sonsuz şekillerde titreşen dalgalar ve onların bir görünümü olan parçacıklarla tıka basa doludur. Sıradan bir hesaplamayla bile bu en alt enerji düzeyine denk düşen boşluk enerjisi, çok düşük enerji seviyesine sahip kuantum alanlarını barındırmış olsa da, sonsuz sayıdaki titreşim biçimlerine karşılık gelen (çünkü sonsuz sayıda enerji (dalga) olasıdır) bu küçük enerji seviyelerini üst üste koyduğumuzda sonsuz bir değer elde ederiz. Dolayısıyla evrenin her yerinde bulunması nedeniyle çok küçük bir alandaki toplam vakum enerji miktarı, evrenin bilinen tüm enerji miktarının toplamından (ya da enerji kütle eşitliğinden ötürü, toplam kütlesinden) çok daha fazla olmaktadır. Mesela, birtakım şeyleri ihmal ederek bu toplamı yaptığımızda bile, bir santimetreküpteki vakum enerjisinin (ya da kütlesinin), evrenin bilinen 10 üzeri 50 ton olan ağırlığından, kıyasa gelmeyecek ölçülerde çok daha yüksek olduğu görülmektedir.
Böylece boşluktaki alandan yaratılan tanecik çiftleri, belli bir süre titreştikten sonra tekrar birleşerek bu alana geri dönüp yok olurlar. Serbest hareket edememelerinin nedeni ise, gerçek (kararlı) parçacıklar arasında tanecik türüne göre geçerli olan kuvvetlerin, bu sanal parçacıklar arasında da geçerli olmasından kaynaklanmaktadır. Bu vakumdaki parçacıklar, maddesel dünyamızı oluşturan parçacıklar gibi kararlı olmadıklarından, belli bir süre içinde var olmaları nedeniyle sanal, edimsiz (kararsız) parçacıklar ismini alırlar. Boşluktaki bu sanal parçacık çiftlerinin yığınsal etkileri, kütle çekim etkisi yarattığı gibi, oluşturduğu kütle çekim etkisinin çok çok üzerinde negatif bir basınca da sahip olarak kütle çekimine karşı büyük bir güçle ters itim oluşmasını sağlamakta, böylece evreni genişletmekte, evren hacmi genişledikçe de boşluk enerjinin miktarı artmaya başlamaktadır. Yani kendisini besleyen bir sistemle evren sürekli genişlemesini sürdürmektedir. Bununla birlikte bu boşluk enerjisinin neden olduğu itici kuvvet, zaman ve mekana göre değişiklikte gösterebilmektedir. Öyle ki bu güç, enflasyon teorisi olarak da bilinen yaratılışın 10 üzeri (-35) sn. de evrenin bir anda 10 üzeri 50 kat büyümesini sağlamıştır. Ancak buradaki bazı sorular da giderilmiş değildir. Çünkü bu boşluktaki sonsuz enerji durumu, evreni çoktan parçalayıp yok etmesi gerekirdi. Ama gerçek öyle değil. Bu sorunu ortadan kaldırmak içinde olayı daha iyi betimleyen yeni yeni beşinci kuvvet modelleri ortaya konmaktadır.
Vakumdaki (boşluk) durumu, daha derinden anlayabilmek için alan kavramını göz önüne almamız gerekir. Bildiğimiz gibi, Newton fiziğinde madde ve boşluk iki ayrı kavram olarak ele alınır. Ancak Einstein’ nın genel rölativite teorisiyle birlikte çekim dediğimiz şey, Newton fiziğindeki gibi boşlukta hareket eden parçacık etkileşmeleri değil, uzayın kendi yapısındaki eğrilikten kaynaklanan bir durum olduğu ortaya çıkmıştır. Yani, zaman boyutu içindeki eğri uzay, çekimin kendisi oluyordu. Bu yüzden cisimlerin çevresine uyguladıkları çekim etkisi, bu kütlelerin çevresindeki uzayı eğmesinden kaynaklanmaktadır. Tıpkı gerilmiş bir bez üzerine konmuş ağır bir güllenin, etrafında oluşturduğu bezdeki eğrilikte hareket eden bir bilyeyi kendine çekmesi gibi. Daha da ilginci, aslında kütle dediğimiz şeyin de bu eğrilikten ayrı bir yapısı olmayıp aynı uzaydaki eğimden ibaret olmasıdır. Dolayısıyla kütle ve çekim dediğimiz şey gerçekte, Tek Bir Alandaki çeşitli eğriliklerden başka bir şey değildir. Böylece madde ve alan kavramı da tek bir şeye indirgenmiş olmaktadır. Bu gravitasyonel kuvvet (kütle çekimi) ile kütle arasındaki durum, kuantum boyutlarında parçacık ve ilgili kuvvetler arası ilişkiler için de aynen geçerlidir. Böylece atom altı boyutlarda her şey, sadece alanlarla ifade edilebilmekte mesela, fotona ait elektromanyetik alanı ya da pozitron, elektrona ait pozitron, elektron alanı şekline bürünen, Tek Bir Alanın varlığı söz konusu olmaktadır. Bozon olarak ifade ettiğimiz elektromanyetik, gravitasyonel, güçlü ve zayıf kuvvet parçacıkları, o alan üzerinde hareket eden titreşimlerken, parçacıklar da yine aynı titreşim özelliğindeki alanın bölgesel yoğunlaşmaları olmaktadır. Dolayısıyla, parçacıkların kuvvetler aracılığıyla birbirleriyle etkileşimi, yine aynı alanda ama farklı yoğunlaşma ile kendini gösteren parçacıkların, birbirlerini aralarındaki aynı özellikli alan dalgalanmalarıyla etkilemeleri şeklinde meydana gelmektedir. Parçacıkların hareketi ise, yine bu bölgesel alan yoğunlaşmalarının, alan üzerindeki hareketiyle oluşmaktadır. Bir parçacığın birden fazla kuvvet alanına ve o alanın yoğunlaşmış şekline sahip olması ise, onun içsel özelliklerinin bir sonucudur. Bununla birlikte, parçacıklar yok olabildikleri gibi, farklı alanların parçası da olabilmektedirler. Özetle, her ne kadar boşlukta titreşen alanlardan bahsetmiş olsak da aslında tüm bu alanlar Tek Bir Alanın farklı görünümlerinden, farklı eğim, şekil almalarından başka bir şey değildir. Bildiğimiz maddeyi oluşturan parçacık ve onların alanları, kararlı yapıda iken, boşluktaki sanal parçacıklar ve dolayısıyla alanları, kararsızdırlar. Bu yüzden boşlukta oluşan sanal parçacıkların Vakumda bir anda var olup yok olmaları, bu alandaki parçacık çifti, dolayısıyla alan çifti olarak belirip belli bir süre sonra birleşerek yok olmalarıyla oluşur. Mesela bir foton çifti yani, elektromanyetik alan çifti böyledir. Ya da bir gulon, graviton gibi boson çiftleri veya proton, antiproton gibi fermion çiftleri. Böylece bir fermion olan elektron- pozitron çifti, bu alanı dalgalandırıp belli bir mesafe yol aldıktan sonra aralarındaki elektromanyetik çekim kuvveti nedeniyle bir araya gelerek alanda yok olurlar. Daha doğrusu alandaki eğrilikleri yok olur. Uzayın her yerinde her an, en hafifinden en ağırına kadar sayısız parçacık türleri ya da enerji dalgaları (alanları) bu Tek Alanda daima mevcutturlar. Aslında, uzay-zamandan bağımsız, ama onu oluşturan bu Tek Alan, bilebildiğimiz şeylerin de ötesinde, her şeyin kaynağıdır. Bu bölünmez-parçalanmaz Bütünsel Alana, çeşitli yönlerden yaklaşan ya da farklı bakış açılarıyla aynı şeyi anlatmaya çalışan başarılı teorilerden biri de David Bohm’un Hologram Teorisidir (Ayr. bkz. Birleşik Alanlar 7).
Bilebildiğimiz, bilemediğimiz, düşünebildiğimiz, düşünemeyeceğimiz tüm varlıkların meydana geldiği bu “Tek Enerji Alanı”, tüm fotonların (dalgaların) da özü olarak bir terkip haline gelmemiş yönüyle (sınırsız bir biçimde her şeyi yapabilecek potansiyelle) Salt Enerji halinde iken bu Enerji Denizi, tıpkı su üzerindeki dalgalanmalar gibi, sadece bir “an”lık dalgalanmasıyla, sonsuzluğa uzanan varlığı meydana getirmekte ve sonra bu dalgalar yine o “an” içinde aslına rücu etmesi sonucu Salt Enerji Okyanusunda yok olmaktadırlar. Bu Salt Enerjinin Bilinci olan Kozmik Bilinç, hayalinde bir şey yarattığı anda, hayal aleminde bu şey enerji dalgası olarak açığa çıkmaktadır. Allah’ın özelliklerinin sonu olmadığı için açığa çıkanların, ortaya konanların da hiçbir sonu yoktur. Bu yüzden bu Bilinçli Enerji, sonsuz “an” lardan sadece bir “an”lık dalgalanmanın sonucu olarak, tüm boyutlarıyla (içinde bizim de yer aldığımız) sonsuz evrenler dediğimiz yapıyı meydana getirdiği gibi bunun yanında, farklı “an” lar dan her biri diğerinden farklı dalgalanmalarla da “her “an” yeni bir yaratışla” hiçbir zaman kavrayamayacağımız âlemleri oluşturmaktadır. Ve bu farklı “an” lardan oluşan dalgalanmalar ise, durmaksızın sonsuza dek devam edip gitmektedir. Ayrıca, bu dalgalanmaların her birinin de kendi içinde, “an” içere“an” lardan oluşan sonsuz, ayrı ayrı dalgalanmaları ve bunların yok olması da söz konusudur ki bu yönüyle de Allah, “her an yeni bir yaratışta” bulunmaktadır. Tüm varlık, gerçekte farklı frekanslara karşılık gelen bu dalgalardan ya da bilinç (enerji) titreşimlerinden, bilgi paketlerinden ibarettir. Ve her şey bu boyutta olup bitmesine karşın bizler, dünyayı, evreni, maddesel bir biçimde gerçekten varmışçasına algılamakta, yaşamaktayız. Başka bir deyişle, bildiğimiz ya da farklı boyutları algılama aracımız olan beynimiz de dahil olmak üzere şu anda bile o boyutta (holografik özellik dolayısıyla sonsuzluğa açılabilecek) bir bilinç titreşimi olarak yer almakta olup yine o boyutta bizlerin (biz bilinç dalgalarının) uzantısı olan (aynı alanda yer alan) hareketli frekansları çözebildiğimiz, deşifre edebildiğimiz ölçüde bu dalgaları, (beynimizin kendisi de dahil) maddi evrene dönüştürmekteyiz. Bu sistem, ölüm ötesi boyutlar ile farklı boyutlarda yer alan diğer varlık ve algılamaları için de aynen geçerlidir. Varlığın ve ondaki tüm hareketliliğin, oluşumun kaynağı olan, bir “an” lık açılımdaki sonsuz Enerji Okyanusundaki frekansların, her an değişmesi, dönüşüme uğraması dolayısıyla da “Allah her an yeni bir Şanda” dır (bu konuya Hangi Evreni Algılamaktayız II ve III. bölümünde de değinmiştik). Allah Esmasının yani soyut özelliklerinin somut olarak açığa çıktığı ya da bir diğer ifadeyle çokluk boyutu adı altında Enerji yapıya dönüştüğü sınır olan “Arş’ın”, su üzerinde bulunmasının bir anlamı da bu “Arş” boyutunun Enerji Okyanusu üzerindeki bir boyutta yer almasıdır. Aynı şekilde, “Yer ve gök bitişikken biz ayırdık onları ve her canlı şeyi sudan halk ettik” ayetinin bir anlamı da yine bu Enerji Denizine işaret etmektedir, düşünceme göre.
(Evrensel Sırlar / Tekin Seyri/ Sistemin Seslenişi II – Ahmed Hulusi /Evrenin Kısa Tarihi- Joseph Silk / Evrenin Evrimi Ve Yıldızların Oluşumu-W. J. Kauffman /Fiziğin Taosu- Fridjof Capra /Son Üç Dakika-Paul Davies / Tubitak Bilim Ve Teknik- Temmuz 99 / Ocak 2004)