1 Temmuz 2009 Çarşamba

Batı'dan Doğu'ya ya da Doğu'dan Batı'ya Doğru Yaşanan Bilimsel Med-Cezirler

Dünyaya geliş gayemizin “ulvi bir maksada binaen “ olduğuna inananlar, insanlık tarihinin ezelden başlayıp ebede doğru akan bir serüven olduğunu çok iyi bilirler.Adına hayat dediğimiz ve varlığımızı içinde ikame ettirdiğimiz bu serüveninin ana merkezine “insanın kendini bilmesini, anlamasını ve de bundan yola çıkarak da yaratıcısını bulma-bilme” gibi çok yüce ve paha biçilmez bir maksadı koyarsak eğer, ne boşu boşuna burada bulunmadığımız ne de tek başımıza bırakılmadığımız gerçeği ile yüzleşiriz.Yaratıcının bizlere verdiği değer neticesinde üzerinde yaşadığımız ve hala bir çok sırrını anlayamadığımız Dünya adlı gezegen ve içindeki her şey emrimize sunulduğuna göre çapımıza, boyumuza bakıp kendimizi küçümsememeli ancak bize verilen değeri de kendi kibrimiz için vesile edinmemeliyiz.
İnsanlık konusunda kemale erebilme bahtiyarlığına ulaşmış olan seçkin kimselerin ortak bir dille ifade ettikleri çarpıcı bir hakikat vardır ki o da şudur: “İnsan; yaratılmış bütün alemlerin hepsini içinde barındıran bir alem-i ekberdir.” Başka bir ifade ile; “İnsan, Allah ‘ın bütün alemleri bir tek zerresine sığdırdığı en özel ve en şerefli mahlukudur.” İnsan içinde alemler taşır, cevherler taşır.Gözünü çevirip baktığında gördüğü ne varsa, içinde bir yerlerde kodlanmış bir şekildedir gizlenmektedir.Bu nedenle dünyada bulunmasının en aziz maksadı elbette; bu zerreye sıkıştırılmış olan alemler içre alemleri tek tek çözmek ve kendisinin ne olduğunu bilme kemalatına ermektir.Bu gerçeği kavramak için büyüklerimizden Yunus’un dediği söze kulak vermek meseleyi daha da anlaşılır kılabilir:” bir ben vardur bende, benden içeru” İnsanın kaç yüz kattan oluştuğunu kemal mertebesine ermeden bilmek mümkün olmadığı gibi, bunun teknik bilgisine sırt dönmek de mümkün değildir.Hepimiz kaç yüz kattan ya da kaç bin kattan oluşmuşuzdur kim bilir?Kaç tane benlik vardır acaba iç içe geçerek “ben” dediğimiz şeyi oluşturan? Görülebilen fizik bedenlerimize hapis olunmuş bir şekilde yaşayıp gidiyoruz beden dediğimiz kaplarımızda.Varlık olarak ifade ettiğimiz anlamın derinliklerine bakmaktan korktuğumuz içindir ki kendimizi sadece fizik bedenden ibaret sanarak, bu bedenin içindeki can dediğimiz şeyde olup bitenin gözlemlenemeyeceğine dair olan inancımız; hem çok köklü biçimdedir, hem de bizi çok mühim bir noktada yanıltabilmektedir.Aslında değerimizin ve anlamımızın düşüklüğü ile ilgili olarak kendimizi inandırdığımız bu sakat yargılar; maalesef kendimize edebileceğimiz en büyük hakarettir.Biz kendimizle ilgili olarak inandığımız şeyden çok daha fazlasıyız.
Batı dünyasının yaklaşık 300 senelik sosyolojik, bilimsel ve de dini gelişimini incelediğimizde bugün kendimizle ilgili edindiğimiz yargıların ana merkezinin bu noktadan yayıldığını anlarız.Batı dünyasının insanı fizik bedene hapsederek onu tamamen kendi kendisinin kötü niyetine, kötü kasıtlarına karşı, edilgen bir hale getiren bu zihniyet yüzünden; insanlık tarihinden tutun da gezegenimizin geleceği konularına varana dek ne kadar çok kaybımızın olduğunu anlamak için günümüz şartlarını birkaç dakika düşünmek yeter de artar bile.Doğal kaynakların sömürülmesine, nüfus artışına paralel olarak ekonomik gücün adil olarak insanlar arasında dağılmamasına, tabiat kanunlarının ve dengesinin alt üst olmasına, ekilip dikilebilen tarım arazilerinin gittikçe azalmasına, kullandığımız sanayi ve endüstri atıkları yüzünden tatlı su kaynaklarımızın giderek tükenmesine, teknolojik olarak yükselirken insani değerler bazında kan kaybetmemize şöyle bir bakacak olursak eğer; geldiğimiz mevcut noktanın insan nesli açısından hiç de ümit verici olmadığını görürüz.
Batı zihniyetinin bedene hapsedilmiş insan figürü üzerinden ürettiği bilimsel ve teknolojik gelişmelerin; bizim için uygun gördüğü şartlarda bugün hepimiz hayatımızı bir şekilde idame ettiriyoruz.Avrupa’da bilimin dinden kopuşu ile birlikte, teknolojik olarak gelişmeler açısından ivme kazanılması da, insanın fizik bedene hapsedilmesinin bir neticesidir aynı zamanda.Bugün doğu ve batı kültürlerini, gelişme evrelerini ve ürettiklerini ürünleri yan yana getirdiğimizde karşımıza garip bir tablo çıkar. Doğu gelişememiş (kime ve neye göre gelişemediği ya da gelişim ölçeğinin neye göre düzenlendiği de ayrı bir tartışma konusudur) ama insanı hala fizik bedenden çok daha fazlası olarak görürken, kendisini tabiatın bir parçası sayarak doğaya saygısını korumuştur.Doğu insanı kendisini içinde bulunduğu evrende bir zerre olarak kabul etmiş ve evrensel ilahi yasalara uyumlu olmaya daima gayret göstermiştir.Ayrıca her anlamda insani kudretinden büyük olduğunu düşündüğü her türlü kutsal olana karşı da isteyerek boyun eğmiştir.Öte yandan batıya baktığımızda baş döndürücü teknik bir gelişme ve ilerlemenin verdiği bir kibirle; insan gezegenin hatta evrenin sahibi olduğunu sanmakla kalmamış, tabiat kanunlarını (kendine gizli bir ilahlık atfederek) değiştirebilecek güce sahip olduğunu bile düşünmüştür. Ancak bu kainata güç yetirebilme (!) kudretine rağmen, teknoloji alanında ve medeniyet konusunda gelişim sağlamış olunmasına karşın, Batı insanlarının ise fizik bedenden başka sahip oldukları ruhani bir şeyleri yoktur.Bu fizik beden figürü yüzünden; hepimizin sınırları daraltılmış, ruhsal ve insani gelişim kapılarımız sımsıkı kapatılmak zorunda kalmıştır.Aslında enteresan olan şey, Batı dünyasının kendi din anlayışı ile bilim anlayışı arasındaki yaşadığı çatışmanın, dünyanın bir çok coğrafyasında benzer şekilde diğer insanlar tarafından da yaşanmış olmasıdır.Bu yüzden çok uzun zamandan beri; bilimle din birbirini kendi sınırlarından aforoz ederek sanki bir daha yolları hiç kesişmeyecek gibi iki uçlu bir yolda zıt istikametlere doğru olabildiğince çekilmişlerdir.Öyle ki; bugün bilim adına yapılanlara, tespit edilenlere din yüksek sesle itiraz ederken, dinin getirdiği savlara ise bilim tamamen kulağını tıkar bir hale gelmiştir ki artık iki uç kutup birbirini ne duyabilmekte ne de görebilmektedir.
Çok uzun zamandan beri, dinden tamamen yalıtılmış bir halde yoluna devam eden bilim özellikle bu son 20 yıl içinde; yine bilimsel bulguların ışığı altında geçmişte terk edip bir kenara fırlatıp atmış olduğu dinden kopuş noktasına yeniden dönme eğilimi içindedir ki bu süreci bilimin kendisi bile artık durduramamaktadır.Gelinen sürece bakacak olursak nerede ise bütün ömrünü ateist olarak geçirmiş olan ünlü bilim adamlarının hayatlarının sonlarına doğru peşinden sürükledikleri milyonlarca insanın hayret dolu bakışları arasında hem de; yeniden dine döndüklerini ifade ettiklerine şahit oluyoruz.Ki bu batılı ateist bilim adamlarının bir çoğu arkalarında bıraktıkları yaklaşık 40 senelik bilimsel çalışmalarını ve akademik hayatlarını yeniden gözden geçirerek : ” yanılmışım aslında Tanrı varmış “ demek sureti ile itirafta bulunmaları ve dünyayı şaşkına çevirmeleri onları; bilim dünyasında konuşulan bir numaralı konu haline getirmiştir.Teknolojik olarak yaşanan gelişmelerin insanlığı; engellenemez bir şekilde din merkezine doğru hızla çektiğini artık biliyoruz. Ömürlerini dinsiz olarak geçiren ve dünyada eğitim kaliteleri ile parmak ısırtan seçkin üniversitelerde kürsü sahibi olmuş yüzlerce ateist profesörün ve hocanın; bugün tek tek dine dönmesi, bizi yeniden fizik bedene hapsedilmiş ve nerde ise 300 seneye yakın bir zamandır kendi beden kabında acı çekerek tutsak kalmış olan insanlık dediğimiz en büyük aleme, bugün yeniden dönüp bakmamız kesinlikle bir zorunluluk haline gelmiştir.Bu hapis bırakılmış insanlık figürü maalesef tarihsel süreç içinde sayısız kez gerekli veya gereksiz biçimde savaşlara girdi öldü.Kanlı çatışmalara girdi şehirleri kentleri yıktı ve altında kaldı. İnsanlığını kendi içinde yine kendi eli astı.Ürettiği bombalarla sayısız kez kendini öldürdü.Bilmeyen sanki onu kendisinden intikam alıyor sanabilirdi aslında.Belki de öyle oldu.Çünkü yaratıcısı onu fizik bedenden ibaret olarak yaratmamıştı.İnsanı bütün alemlerden damıtıp yarattığına göre; insan doğasının kendisine ihanet etmesini yine kendi eli ile cezalandırması da elbette kaçınılmazdı.
Günümüz dünyasında dine olan haklı yönelişin durdurulabilir bir yanı kalmamıştır.Bir yandan dine dönen eski ateistleri delirmekle suçlayan yeni nesil ateistler, bir yandan da gerçeğin farkına vararak kendine deli diyen bu yeni nesle acıyan eski inançsızlar.İki uç noktada birbirine seslenen taraflar aynı tarihsel cetvel üzerinde yer alıyorlar.Bu iyi ve kötünün, doğru ile yanlışın hadi bizden de bir kavramla ifade etmek üzere; hakla batılın kavgasından başka bir şey değildir de başka nedir?
Batı dünyasının dinden kopmasının nedenleri üzerinde duracak değiliz ama kopma noktası olarak ellerinde bulunan mazerete bakabiliriz.Neydi o?Görülemeyen hiçbir şeyin asla kabul edilemez olduğuna dair olan bilimsel inançları. Ölçülemeyen, gözlemlenemeyen, ölçeklendirilemeyen hiçbir şey; bu inanç dogmalığı içinde bilimsel olarak kabul edilemez hale geldi.Bir şeyin bilimsel olarak nitelendirilebilmesinin ana şartı olarak onun fizik gözü ile görülebilmesi şeklinde de olay şablonlaştırıldı.Bu şuurda olan bir zihniyet için örnek verecek olursak eğer; bilim dünyası göremediği, ölçemediği ve de ispat edemediği için yüzyıllar boyunca ruh dediğimiz şeyi inkar ederek hareketi yaratan gücün ne olduğunu aradı durdu.Bu arayışlar davranışın ne olduğunu ve onu yaratan faktörleri, asıl itici güç olan ruh dediğimiz muammayı bulabilmek, niteleyebilmek adına psikoloji ekollerinin doğmasına neden oldu.Her ekol kendi adına; davranış dediğimiz hareketi bilimsel izahlarla açıklama gayretine düştü.İspatlanamayan bir çok şey netice itibarı ile bilimsel olarak ispatlanamadığından dolayı inkar edilmişti ki bu nokta konunun bel kemiğini oluşturuyor.
Neticede mevcut bilimsel gelişimin ilk ortaya çıktığı tarihi dönemlerde; şimdiki sahip olduğumuz imkan ve teknolojik refaha bir zamanlar sahip değildik insanlık olarak.Ne elektron mikroskopları, ne bilgisayarlar, ne uzay teleskopları, ne network ağları ne de buna benzer bir sürü günümüz dünyasının normalleri haline gelmiş şeyler vardı o zamanlar.Ki bunu ifade ederken tarihsel olarak çok uzak bir noktaya bakarak ifade etmiyoruz bunları, sadece 250 yıl öncesine bakarak söylüyoruz bu gerçekleri.Bununla birlikte günümüz dünyasının geldiği bilimsel nokta sayesinde bugün, bundan en az 2000 sene önce doğu kültürünün sürekli terennüm ettiği ama batının da inatla kabul etmediği bir sürü şey tek tek ama olabildiğince de yavaş biçimde yine batılı bilim adamları tarafından ispatlanmaya başladı.Aradaki uçurum mu kapanıyor insanlık tarihi açısından yoksa bilimsel gelişim noktasında merkezileşme mi yaşanmaya başlıyor?

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder